(Mahlas kullanılarak Mimarlar Odası Ankara Şubesi Bülteni'ne verilen yazı)
Mustafa Fethi
Dalgınlık hastalığına kapılmıştı son günlerde. Bir
yerden bir yere giderken başına olmadık işler gelmesinden korkar olmuştu.
Karşıdan karşıya geçmeye çalışırken bir belediye otobüsü, bir otomobil, belki
de bir motosikletin gazabına uğramak, üst geçitten inerken merdivenlerden
yuvarlanmak, kaldırımın ortasına dikilmiş bir reklam panosuna ya da kaldırımda
otomobillere cebren ve hile ile kazandırılmış park yerlerini korumak için
dikilmiş demir çubuklara çarpıp yaralanmak, kaldırımda bir çukura düşmek ya da yerinden
oynamış bir kaplama taşına takılmak… Of, of! Nasıl bir memleketti burası?
Yerel yönetim seçimleri yapılalı çok olmamıştı. Onca
umut bağladıkları yeni yöneticiler iş başına geldiklerinde “enkaz devraldık”
dediler, “…bize zaman tanıyın, katılımcı, demokratik, saydam, yeni toplumcu
belediyecilik nasıl yapılırmış, göreceksiniz!”
Bunları duydukça kendine kızıyordu. Dalgınlık olur
da, bu kadar olur! Bu yeni hastalığına bir çare bulmalıydı… Hem de acilen!
Seçim öncesinde de dalgınlığına gelmiş, “…nasıl yani?” diye sormak aklına
gelmemişti. Ne demekti “yeni toplumcu”? Mesela “serbest piyasacı Marksizm”
filan gibi bir şey mi? Bu çok şaşırtıcı olurdu doğrusunu isterseniz (sağ olasın
Hakkı Devrim). Gerçi 12 eylülden beri onu hiçbir şey şaşırtmaz olmuştu.
Muhafazakar Thatcher, Cumhuriyetçi Reagan ile buluşup Komünist Gorbi ile işbirliği
yaparak dünyayı Adam Smith’in hayal ettiği gibi değiştirmeye kalktığında yerli çömezleri
de boş durmamışlar, takunyalarını ayaklarına taktıkları gibi memleketin
ipliğini pazara çıkarmışlardı. Ama durumdan vazife çıkaran Komünist Çinin boğaz
tokluğuna çalışan işçilerinin kanserojen boya ile imal ettikleri iplikler daha
ucuz olunca… Aman Tanrım, neler diyorum ben? Vah Mao vah! Vah Dünya vah!
Yaya üst geçidinin kıyısından zar zor geçerek köşeyi
döndü. Bunu yapabilmesi için kaldırımdan araç yoluna inmesi gerekiyordu, ki
öyle yaptı, bir taksinin altında kalıyordu az kalsın. Şoför kafasını pencereden
çıkarıp “dikkat etsene kardeşim” diye azarladı. Boğazına bir şey düğümlendi.
Nefes almakta bile güçlük çeker oldu. “Ama” diyecek oldu. Diyemedi. Yutkundu. Taksici
de basıp gitmişti zaten.
“Bu üst geçitlere dava açılmalıydı…” diye düşündü.
“Kaç kere söyledim, dinleyen kim?”
Yeni toplumcuların Kent Konseyi toplantısında
seçimler yapıldığında da dile getirmişti. Hem de yazılı önerge ile. Kentsel
çevre standartları yapılmalı, bunun için bir çalışma grubu kurulmalıydı. Ama
katılımcı Belediye Başkanı aynı zamanda Kent Konseyi Başkanı olarak aday
gösterilince başka adayın çıkmadığı Genel Kurul sonunda gördü ki, önergenin
yazılı olması işe yaramamıştı. Yerel yönetimin yerel yöneticileri önceden
kararlaştırdıkları çalışma gruplarını istedikleri gibi kurmuşlardı çoktan.
Konur Sokağa girdi. Çöplerden sızan atık yağlardan
nokra tutmuş, üzerinde katran gibi bir tabaka oluşmuş taşlara basmamak için yönünü
değiştirmeyi unuttuğuna hayıflandı. Adım attıkça ayakkabısı yere yapışır gibi
oluyor, yerden cık cık ses çıkıyordu.
Önce “…bu işe el atarlar yakında, daha seçileli ne
oldu şunun şurasında…” diye düşündü.
Aslında altı ay olmuştu. “Zaman ne çabuk geçiyor…” dedi kendi kendine,
“…farkına varmıyor insan…”
Zaten dalgınlık hastalığına tutulmuştu son günlerde…