2019, Antalya'nın Perişan Halleri


Türkiye’de demokrasinin yerine seçilmişlerin erkini yerleştirme hastalığı, yerel yönetimlerde 1994 yılında başladı. Bilime, bilgiye, hukuksuzluğa karşı idare mahkemelerinin ve Danıştayın aldığı kararlara uyulmadı, “davalar ideolojik” denildi, yeni hukuksuzluklar yaratıldı. Kenti “hız” yolları ile paramparça eden, yayaya, engelliye, yaşlıya, çocukluya hak tanımayan bir “belediyecilik” anlayışı, kentin ana planına ve ulaşım planına aykırı imar uygulamaları ile “kente karşı suç”ta eşik atladı. Parsel bazında imar uygulamalarına geçildi.
Altyapı, yoğunluk, sosyal donatı alanları, aktif yeşil alanlar, kamusal alanların kentli yararına değerlendirilmesi gibi ölçütler “daha fazla rant” ölçütü karşısında yok sayıldı. Öyle ki “elinizde sadece çekiç varsa, tüm sorunları çivi olarak görürsünüz” deyişi “betonla” ve “rantla” içselleştirildi. Mahkemelerin “yerindelik kararı alamayacağı” vurgusu ile idarenin edimlerinin yargıdan muaf tutulması hedeflendi. Kültür ve tabiat varlıkları ile ilgili yasal mevzuat değiştirilerek özellikle doğa tahribatındaki engeller kaldırıldı. Kamu yararı kavramı “halkın bütününün yararı” olmaktan çıkarıldı, “ranta katkı büyüklüğü” olarak değiştirildi.

Yerel yönetimlerde başlayan hastalık bütün bu olumsuzluklar artarak günümüze taşındı. Kentler kentlilerin sivil toplum örgütleriyle, meslek odalarıyla ya da bireysel olarak karar erkinden uzaklaştırıldığı, “ben yaptım, oldu” anlayışına teslim edildi. Kentlilerin ise olup bitenlere karşı gün geçtikçe gelişen bir “aldırışsızlık”, bir “kanıksama” hastalığına tutuldukları, adeta bir “Stockholm sendromu” yaşadıkları izlenmektedir.

Antalya il merkezinde ve ilçelerinde bu gelişmeleri, hem kentsel mekânda, hem kırsalda yaygın olarak görmekteyiz. Bu “kanıksama” hastalığının başlıca belirtilerini fiziki ve sosyal mekânın ayrıntılarında görmek mümkündür.

Kısaca bakarsak:

Kenti insan odaklı görmeyip otomobile öncelik veren bir anlayış tüm kentlerimizi sarmıştır. Antalya’da da Büyükşehir Belediye Başkanı son beş yıl içinde çok sayıda alt-üst geçitli kavşak, yani halkın deyimiyle “battı-çıktı” yaptığından övünçle söz etmektedir. Hatta bir tanesinin üç katlı olduğundan gurur duymaktadır. Oysa bu tür kavşak düzenlemeleri kent içinde ekspres yol oluşturmaktadır. Kentleri parçalayan, birbirinden kopuk adalar haline getiren ekspres yollar, en çok engelliler, yaşlılar, çocuklular başta olmak üzere yayaları etkilemektedir. Katlı kavşak, kent içi ulaşımda bir çözüm değildir. Her yapılan katlı kavşağın yeni katlı kavşaklara gereksinim yarattığını biliyoruz. Otomobil öncelikli yatırımcı anlayışla trafiğe çözüm bulunamadığını tüm dünya görmektedir ve otomobil trafiğinin azaltılması için kısıtlamalar, bisiklet teşviki ve toplu taşıma ağırlıklı çözümler çağdaş kent yönetimlerinin eğilimi haline gelmiştir. Işıklı ya da ışıksız yaya geçitlerinin artması, kent merkezine otomobil girişinin kısıtlanması, bisiklet yolları ve yayalaştırılmış alanlar başka ülkelerde giderek yaygınlaşmaktadır.

Ekspres yol yaya trafiğini engelleyince “üst geçitler” gündeme gelir. Oysa üst geçitler yayalar ve özellikle engelliler için daha büyük zorluklar yaratır. Ne yazık ki Antalya’da, son yıllarda, otomobil trafiği hızlandırılmaya çalışıldığı ölçüde “yaya ölümlü” trafik kazalarının arttığını görmekteyiz. Kaldı ki, pek çok örneğinde görebileceğimiz gibi, baştan planlanmamış yaya üst geçitlerinin ayaklarının yaya kaldırımlarını işgal ederek yayalara ek zorluklar yarattığını, bazı hallerde yayaların otomobile ayrılmış yola çıkmak zorunda kaldıkları da izlenmektedir.

Bu bağlamda Antalya özelinde olumlu bir girişim gibi görülmekle birlikte ulaşım ana planına uygunluğu tartışmalı ve daha uygulama aşamasında pek çok sorunu da beraberinde getiren iki proje görmekteyiz. İlki Şarampol Caddesi yayalaştırılması, diğeri de Konyaaltı sahil düzenlemesidir. Her iki projede de kaldırılan ya da kısıtlanan otomobil trafiği paralel ve bağlantılı yollarda sıkışıklığa ve otopark sorunlarına yol açmıştır. Bu sorunlar ortaya çıkınca önceden düşünülmeyen çözümler getirilmiş, bazı parkların otopark haline getirilmesi gündeme gelmiş, bazı hallerde de çok sayıda ağacın kesilmesiyle sonuçlanan ve otomobil sahiplerinin dahi mutlu olmadığı kulağı tersten gösteren trafik düzenlemeleri yapılmıştır.

Yayaların yaşadığı bir diğer sorun yaya kaldırımlarının çeşitli şekillerde işgalidir. Kaldırımlarımız ne yazık ki, zaten standartlara uygun değildir. Kentin bütününde kaldırım yüksekliklerinin uygun olmadığını, araç hasarlarından daha önemlisi, bazı hallerde yayaların yaralanmalarına neden olabilecek kadar yükseklik farklılıklarının olduğunu görüyoruz. Tramvay hatları boyunca, sözde yayayı koruma amacı güttüğünü düşündüğümüz orantısız yükseklikteki ve bazen gereksiz kaldırımlar, kazalara davetiye çıkarmaktadır.

Fakat standart dışı ve hatta akıl dışı uygulamalara karşın, kaldırımların öncelikle halledilmesi gereken sorunu yaya dışı trafik ve belediye onaylı işgallerdir. Kaldırımlara yalnızca otomobil, kamyon gibi taşıtların değil, motosiklet ve bisikletlilerin de tecavüz ettiklerini sıklıkla görüyoruz. Bu konuda, uyarı levhaları koymaktan öte, ciddi bir önleyici girişim izlenmemektedir. Bisiklet yolunda motosikletliyi görmek mümkün olduğu gibi, bisiklet yolu yapılıp kaldırımın unutulduğu akla zarar durumlarla da karşılaşılmaktadır. Yayalarla bisikletlileri birbirlerine düşman ederek kendi sorumluluklarını unutturmak Antalya belediyelerinin bulduğu bir politika türü olsa gerek.










Elbette, bu noktada kaldırımların belediye eliyle işgal edildiği hallerden de söz etmek gerekir. Çok sayıda reklam panosu yaya kaldırımlarındaki engellerden biri olabilmektedir. Hareketli ve bazen ışıklı panolar sürüş güvenliğini de etkileyecek boyutlarda neredeyse her kavşağa yerleştirilmiştir. Özel işletmelerin işgaline bırakılan kaldırımlar ayrı bir sorundur. Atatürk Caddesinde tramvay hattı boyunca kaldırımlar özel işletmelerce “kapatılmış” durumdadır. Bu “imalatlar” yapılırken engelli yollarının da sökülerek bunların etrafından dönecek şekilde yenilendiğini gördük. Kaldırım kapatma, yalnızca yiyecek içecek işiyle uğraşan esnafın değil, perakendeci diğer esnafın da yapmaktan geri kalmadığı bir iştir ve tüm kentte bu “işgal” eylemi yayılmıştır.  Özellikle kalabalık kaldırımlar yayalar için giderek can sıkıcı bir sıkışıklık halindedir. Son bir yılda kamusal alanın özel şahıslara ve bir takım kuruluşlara büfe yeri, hizmet tesisi ve benzeri olarak peşkeş çekildiğine ayrıca değinmek gerekir.

Yerel yöneticilerin pek çoğunun daha seçilir seçilmez, anlaşılmaz bir şekilde, kendilerini kentli adına karar verebilme ayrıcalıklarına sahip görmeye başladıklarını görmekteyiz. Bu kerameti kendinden menkul kişiler, sabah uyandıklarında gece gördükleri rüyayı uygulamaya kalkar gibidirler. Belki de kendilerince güzel şeyler hayal etmektedirler ve belki de gelecekte isimlerinin hayır-dua ile anılacağını ummaktadırlar. Ama, örneğin, tüm ana caddelerdeki binaların cephelerine asker nizamı üniforma giydirilmeye kalkışılması bu anmayı hak ettirebilir mi? Kentsel mekânda bina cephelerindeki tabelalarla artan kirlilikle dahi baş edemeden girişilen tek tip cephe boyaması “şahtı şahbaz oldu” dedirten cinstendir.

İşgüzarlık yapılarak “iyi bir şey yapacağım” derken kötü sonuç veren girişimlere başka örnekler de vardır: Kadın Yarı düzenlemesiyle zengin bir doğal yapı demir ve betonla tahrip edilmiştir. Hortumları açıkta görünen düzeneklerle yapılan suni şelale ise trajikomiktir. “Antalya çiçek açıyor” denilerek Kaleiçi sokaklarına o kadar çok çiçek saksısı konulmuş, o kadar çok bitki yerleştirilmiştir ki, Kaleiçi’nin doğal iklimi bozulmuş, sokaklar daraldığı gibi, yaz aylarında oluşan aşırı nemle iyice bunaltıcı hale gelmiştir. Cumhuriyet Meydanı’nın yenilenen zemin kaplaması ıslakken buz paten sahası gibidir, yağmurda düşmeden yürümek zordur. Tünektepe düzenlemesi elbette gereklidir, ama bu düzenlemenin doğal çevreye uyumlu olması, Toroslar siluetini yaralamaması, tasarımından önce varlığı tartışmalı devasa bir sembol yapıya dönüşmemesi beklenir. Konyaaltı Plajında paralı şezlong ve şemsiyelerin kapladığı alan, kimilerinin “köşk” adını verdiği paralı çadırlarınkinden daha küçük, ücretsiz halka açık plaj alanından daha büyüktür. Bu çadırlar yüzünden sahilde güneşlenen birinin denizi görmeme ihtimali Karaalioğlu Parkında çay içenden daha fazladır. Karaalioğlu Parkı ise bayramlarda “panayır” alanına dönüşmekte, parkın sunduğu eşsiz “Akdeniz ve Toroslar” manzarası kurulan lunaparkın kargaşasında kaybolup gitmektedir. Koca Antalya’da panayır ve lunapark için başka yer mi yoktur?

Karaalioğlu Parkı Türkiye’nin en eski, eşsiz güzellikteki parklarından biridir. Daha doğrusu, biriydi. Bir not olarak belirtmek gerekir ki, tarihi ve kültürel özellikleriyle bu parkın ve Narenciyenin kentin turizm haritasında yer almayışını anlamak mümkün değildir. Antalya tarihi, doğal ve kültürel zenginlikleri dünyaca bilinen bir kenttir. Ama bu zenginliklerin farkında değilmişiz gibi davranılmasını, yerel yöneticilerimizin “tevazuuna” bağlamak yersiz olacaktır. Karaalioğlu Parkı, parkın bir ucunda Bülent Ecevit Kültür Merkezindeki nikâh salonuyla, diğer ucunda ise kahvehane ve barlara gelen müşteriler sayesinde otopark haline gelmiştir. Herhalde yıkılan eski stadyum alanının ve boşaltılan eski belediye binası ile bahçe ve müştemilatının parka dahil edilmesi beklenmektedir. Aksi halde eski Halkevi binasıyla, bir zamanlar cumhuriyet balolarının düzenlendiği halk bahçesiyle, tarihe, sanata, heykele, peyzaj mimarlığına verdiği önemle Cumhuriyetin kente kazandırdığı bir eser olan Karaalioğlu Parkı bu kadar bakımsız, bu kadar kırık dökük, bu kadar çöp içinde, bu kadar sahipsiz bırakılmazdı.

Falezler Antalya’nın varlık nedenlerinden biri, belki de en önemlisidir. Falezler kentin büyüme sürecinde olumsuz etkilenmiş, şelalelerini ve damla-sarkıt oluşumlarını besleyen sular kesilmiş, üzerine binen aşırı yapılaşma ile çökmeler ve kaymalar görülmüştür. Son yıllarda falezlerde “plaj” hizmeti verilmesi, yalnız otellerin ve özel işletmelerin değil, yerel yöneticilerin de hevesi haline gelmiştir. Yıllar öncesinden beri birçok otel ve özel işletme falezlerden denize girilmesi için mülkiyet sınırları içinden merdiven, asansör, hatta tünelle denize iniş ve ulaşım sağlamışlardır. Birçok noktada falezlerin uzantısı kayalıkların üzerinin beton ve çelik imalatla örtüldüğü, doğal yapının bozulduğu görülmektedir. Yerel yönetimin bir yandan özel işletmelerin “koruma” altındaki falezleri tahribine karşı müdahalede bulunurken diğer yandan bu tahribat ve bariz “insan müdahalesi ile bozma” kervanına bizzat katılması inanılmazdır. Bu plajların adını “halk plajı” koymak, yapılan kent ve doğa suçunu affettiremez.


Falezlerde çöp sorunu ayrıca ele alınacak bir konudur. Ancak genel olarak bakarsak, kentin temizliğinin, kent mobilyası ve heykel gibi sanatsal aksesuarların yeterince önemsenmediğini görüyoruz. Bunda beş yılda bir değişen yöneticilerin bir önceki yönetici tarafından yapılanı benimsememesinin etkisi olabilir. Şiir okuyan banklar bozulur, onarılmaz. Heykeller kırılır, kırılan heykeller kaldırılır ve yerine gelmez. Kaldırımlar tümden sökülüp yenilenene kadar kırılan, yerinden oynayan taşları onarılmaz.

Örneğin Kalekapısı’nda bir anlamda sözlü tarih olarak değerlendirilebilecek “sek sek, beş taş oynayan çocuklar” heykelleri vardı. Kırılıp, kaldırılıp götürüldüler, ayakkabılarından kalan parçalar hâlâ orada duruyor. Cumhuriyet meydanındaki havuzda ışıklı su gösterisi ne zamandır yapılmıyor. Havuzdaki kuşların ise kafaları kopartılmış durumda. Yenikapı’daki gitarist kayıplara karıştı. Işıklar Caddesinde, Öğretmen evi kavşağındaki kurbağa orkestrasının sekiz elemanı vardı. Yerli yabancı tüm gezginler kurbağalarla birlikte fotoğraf çektiriyorlardı. Yazık, her yıl birer ikişer azala azala üçe indi sayıları.



Bu olumsuzluklar saymakla bitecek gibi değildir. Kabul etmek gerekir ki artık Antalya eski kasaba ölçeğindeki Antalya değildir. Fakat tüm bunlar fiziki mekâna dairdir ve “çılgın projeler” peşinde koşulmaz, kaynaklar doğru kullanılırsa çözümü olanaklıdır. Çözümü daha zor olan ise kentlinin ve kentin yoksulluğudur. Ormanlarımızda, dağlarımızda, sahillerimizde ve kentlerimizde, fiziki mekânda gördüğümüz olumsuzluklardan daha çok, işsizlik, yoksulluk, eşitsizlik ve adaletsizlikten etkileniyoruz. Artık Antalya’da da kâğıt toplayan çocuklar, evsizler, dilenciler, mendil satanlar, pastane vitrinine yapışmış Suriyeli çocuklar ve ne yazık ki uyuşturucu kullanan gençler gün geçtikçe çoğalıyorlar. Gelir dağılımındaki dengesizlik olağanüstü boyutlarda. Kentsel ranttan pay alma kavgası “Stockholm sendromu”nu ölümcül kılıyor. Belki de kentlilerin fiziki mekâna karşı bu denli duyarsız kalmalarının, yaşadıkları çevrenin perişanlığını bu denli “kanıksamış” olmalarının arkasındaki neden geleceğe dair yaşadıkları umutsuzluktur.

Bu umutsuzluğu yenme niyet ve gayreti içinde olan bir yerel yönetim elbette “sek sek oynayan çocukları” bulacak ve yerlerine yerleştirebilecektir. Bunun yolu yönetimde şeffaflık, denetlenebilirlik ve karar alma süreçlerine halkın demokratik katılımını sağlamaktan geçiyor. Demokratik kitle örgütlerine de yerel yönetimleri uyarma, anlayan, soran ve sorgulayan bir topluma ulaşmak için çaba gösterme görevi düşüyor.

Fatih SÖYLER, Mimar
Antalya Kent İzleme Platformu / Kent Hakkı Forumu
20.01.2019, Antalya