Saçları Örgülü Devlet Başkanı


Onunla ne için görüşmem gerekmişti? 

Şimdi anımsamıyorum. Kişisel bir nedenle olmadığı kesin. Olsa olsa önce üyesi olduğum ama daha sonra üye olmakla kalmayıp bin türlü işine bulaşıp koşturduğum meslek odasının önemle ele aldığı ve ne vali, ne belediye başkanı, hatta ne de bakanların bile yüz vermedikleri ya da çare bulamadıkları bir konuyu bu en yüksek makama sunmak, yardımlarını istemek için gitmiştim yanına.

Sıkılgan biri olduğumu ve herhangi bir konuda bir girişimde bulunulacaksa, benim yapacağım o girişimin sonucundan çok fazla bir şey umulmaması gerektiğini herkes bildiği halde niçin, niye bu görevleri illâ bana vermekte ısrar ettiklerini hâlâ anlayabilmiş değilim. İşte, herhalde yine bir görev, umutsuzca bana verilmişti ve ben O’nun yüksek huzurlarına çıkıp derdimizi anlatacak, çare bulmasını dileyecektim. Her şey önceden ayarlanmıştı. Saat kaçta orada olacağım, birçok binadan oluşan yönetim binalarından hangisine gideceğim, ana giriş kapılarından hangisini kullanacağım, mihmandarları nasıl takip edeceğim ve diğer birçok ayrıntı önceden bildirilmişti.

Görevliler nizamiye kapısında beni büyük bir saygı ile karşıladılar. Kendimi tanıtır tanıtmaz, “Buyurun, tam zamanında geldiniz…” dediler, kimlik belgemi elimden aldılar. Bir köşesinde düz lâcivert kadife kumaşının kenarları kullanılmaktan parlamış art-nouveau tarzında birkaç koltuk ile yine aynı tarzda yapılmış, mermer tablalı, oyma ahşap ayaklı bir sehpa bulunan bir odaya aldılar.

Bekleyişim uzun sürmedi. Çabuk gelmelerine sevindim. Bu içindeki eşyaya yabancı, soğuk, tavanı ve duvarları beyaz plastik badanalı, pencereleri demir parmaklıklı odada daha fazla kalmak istemezdim doğrusu. İçlerinden biri, “Beni izleyin lütfen!” deyip önüme düştü. Nizamiye binasından çıkıp özenle düzenlenmiş, bakımlı, koca bir bahçe içinde yürümeye başladık. Yol boyunca “Ne kadar uzaktaymış…” diye düşündüm, “Ne kadar büyük bir bahçe… Çiçekler, ağaçlar içinde… Eh, koskoca devletin koskoca devlet başkanı, nizamiyeye bitişik kulübede oturacak değil a… Ama hiç olmazsa bir sundurma yapsalarmış. Ya yağmur yağıyor olsaydı?”

Sonunda iki katlı, dışından bakınca sıradan görünümlü, kentin her yerinde gördüğümüz türden bir yapıya ulaştık. Kapısından içeri girer girmez bizi karşılayan bir görevliye teslim edildim. Bu görevli de “Buyurun beyefendi,” dedi, “…beni izleyin lütfen!”

Tabanı mermer döşenmiş, ortası kırmızı halı serili, yüksek tavanlı koridorlardan geçerek, gösterişli merdivenlerden çıkarak büyücek bir salona ulaştık. Görevli, salonun iki yanındaki bekleme koltuklarından birini göstererek, “Sizi az sonra alacağız. Burada bekleyebilirsiniz…” dedi. Salona açılan yüksek ve geniş kanatlı maun kapılardan birini açıp gözden kayboldu. Koltuğa iliştim. Elimdeki dosyayı açtım, söyleyeceklerimi son kez gözden geçirerek beklemeye koyuldum.

Kapı tekrar açılınca, sınavda kopya çekerken yakalanmış çocuklar gibi elimdeki dosyayı hemencecik kapattım. Görevli, bir adım dışarıda kapının kulpunu tutarak, “Buyurun efendim!” dedi. İçeri girdim. Kapı ardımdan kapandı. Soluğumu tutup baktım. Ve onu gördüm.

O, bugüne kadar görmediğim büyüklükteki bir çalışma odasının ta en ucundaki bir divanda oturuyordu. Üzerinde bol, uzun kollu, yakasız bir gömlek, bol bir pantolon vardı. Uzun saçlarına yaptığı örgüleri renkli boncuklarla bağlamış, sağ bileğine yine boncuklardan yapılmış bir bilezik takmıştı. Ellerinde kağıtlar, dosyalar, ayakta el pençe divan, önünde bekleşen adamlara görevler veriyor, yapılmasını istediği şeyleri tek tek sıralıyor, örgülü saçlarını bir o yana, bir bu yana savurarak her konuda en ince ayrıntısına kadar açıklamalarda bulunuyordu.

Beni gördü. Gülümsedi. “Hoş geldiniz!” dedi. Yanıt vermeme fırsat bırakmadan kalktı, yanıma geldi. Diğerlerine: “İzin verir misiniz, konuğumuz gelmiş!” diyerek elini uzattı. Tokalaştık. “ Hoş bulduk Sayın Devlet Başkanım, beni kabul ettiğiniz için teşekkür ederim…” diyecektim ki, koluma girdi. Beni, adeta sürükleyerek devasa odanın sağ tarafında ağır kırmızı kadife perdelerle ayrılmış bir küçük odacığa yönlendirdi. Kulağıma eğilerek, neredeyse fısıltıyla, “Sizden…” dedi, “…özür dilerim. Biraz bekleteceğim. Sizinle baş başa konuşmak isterim. Oysa gördüğünüz gibi, onca insanın arasında bu pek olanaklı değil, siz burada biraz dinlenin, sonra uzun uzun konuşuruz. Size çay, kahve, yiyecek bir şeyler getirsinler!”

Bana gösterdiği bu sıcak karşılamadan şaşkın, hele, kırk yıllık dostuyla karşılaşmış gibi, koluma girerek gösterdiği yakınlıktan daha da şaşkın, ancak “Elbette Sayın Devlet Başkanım!” diyebildim. Tekrar gülümsedi, beni orada, o küçücük odacıkta bırakıp sessizce bekleşen insanlara döndü: “Devam edelim kaldığımız yerden!” dediğini duydum. Divandaki yerine geçti, işine koyuldu. İçinde durduğum odacıktan, perdelerin azıcık aralığından, onları görebiliyordum. O, yerinde duramıyor, her konuyu elindeki dosyalardan inceliyor, tartışıyor, ne yapılacağı kararlaştırıldığında örgülü saçlarını sallaya sallaya son sözünü söylüyor, gerekenin yapılmasını istiyordu.

Ama onları izlemeyi bıraktım, içinde başkaca bir eşya olmayan odanın bir duvarını boydan boya kaplayan kerevete iliştim. Doğrusu, gördüğüm inanılmaz ayrıcalığa karşın, burada, bu oldukça loş, gözden uzak odada beklemek zorunda kalmak canımı sıkmıştı. Ama nedir ki, birkaç dakika, olmadı yarım saat, hadi en fazla bir saat, bekleyecektim. Üstelik bir görevli, istediğim çayla birlikte, poğaçalar, tatlı çörekler dolu bir tabak getirmişti. Çayımı içerken, olup bitenleri düşünmeye başladım. Koskoca devlet başkanı, benimle uzun uzun ne konuşmak isteyebilirdi ki? Hem hangi konuda görüşmek istediğimi daha önce bildirmiştim yardımcısına. Bana ayıracağı birkaç dakika bu iş için yeter de, artardı bile. Oysa o…

Günün yorgunluğu, uzun bekleyiş… Uyuyakalmışım. Bir ara, birinin sırtıma bir şeyler örttüğünü hissettim.

Sabaha karşı uyandım. Telaşla, biraz da utanç içinde, kalktım. Baktım, o hala çalışıyor, elindeki dosyayı inceliyor, geriye kalan iki kişiyle konuşuyordu. Perdenin aralanmasından beni fark etti. Gülümsedi.

Birkaç dakika sonra, yanındakiler de ayrılınca, yanıma geldi. “Sizi,” dedi, “çok beklettim. Özür dilerim. Ama şimdi, baş başa kalabildik sonunda.”

Salona geçtik, bir köşedeki rahat koltuklara oturduk. Görevlileri çağırdı, çay istedi. Konuşmaya başladık. Önce elimdeki dosyayı inceledi dikkatle. “Haklısınız,” dedi, “bu konuyu halledeceğiz. Ama keşke, derdimiz yalnızca bunlar olsaydı. Sizi aslında tahmin edemeyeceğiniz kadar çok tanıyorum. Bazı konularda danışmak, görüşlerinizi almak, düşüncelerimi sizinle paylaşmak istedim. Sizinle görüşmeye, siz gelmeseniz, ben gelecektim.”

Sonra saatlerce dertleştik. Oradan ayrıldığımda, sabah çoktan olmuş, güneş yükselmişti. Beni binanın kapısında uğurlarken saçları örgülü, boncuk bilezikli bu adamın yalnızlığına, içten içe, hayıflanmıştım. Ama vedalaştıktan sonra başımı kaldırıp baktığım gökyüzü bana daha mavi, derin bir solukla içime çektiğim hava daha temiz geldi. Yorgunluğumu unuttum. İçimde yeşeren umutların sevinciyle dalgalandı yüreğim. Oldukça uzak bir semtteki evime gitmek için bir taksi çevirmektense, yürümeyi tercih ettim.

Yol boyunca “…niye olmasın?” deyip duruyordum kendi kendime…