2007, Neo Manyerizm: Çağdaş Şizofreni




sisin  içinde, sessizlikte,
bir trenin düdük sesi duyuluyordu.
kimse görmüyordu treni.
kimse bilmiyordu trenin nereye gittiğini.
ama her tren düdüğü,
herkese,
uzakları düşündürüyordu.
uzakta neresi varsa,
tren de oraya gidiyordu...

(Kum Yığınının Gizli Tarihi, Fatih Söyler)

Bu yazıyı yazdığım sırada küreselleşen dünyanın teknolojik olanaklarından yararlanarak aldığım bir haber, yazımın içeriğini değiştirmeme neden oldu. Doğrusu, sabah yolda yürürken Franz Kafka ile karşılaştım, beni lafa tuttu; öyle ki, öğle yemeğini ısmarlamayı üstlendi, saatlerce konuşabilmek için yaptı bunu ve hem tüm günümün programı altüst oldu, hem de yazım gecikti. Ama tam Kafka’dan kurtulup bilgisayarımın başına dönebildiğimde karşılaştığım haberle yıkıldım. Frank Gehry’nin MIT (Michigan Institute of Technology) için yaptığı binaların hataları nedeniyle (ki bunların arasında damın akması da var) kullanıcıların bizar olduğunu, Gehry’nin telefonlara çıkmadığını, hatta elektronik mektuplara yanıt vermekten kaçındığını, çaresiz kalan MIT yöneticilerinin binalarının sorumsuz mimarı hakkında yüklü bir tazminatı da içeren dava açmaya karar verdiklerini öğrenince şaşkınlıktan dilim tutuldu. Sevgili Franz’ın neden bu kadar çenesinin düştüğüne geçerli bir neden bulmakla kalmadım, söylediklerinin (hepsi değilse de) pek çoğuna hak verdim.

Şimdi benden istenen yazıyı okuduğunuzda, bu yazının neden böyle yazılmış olabileceğini ve aslında okurla paylaşmaya niyetlendiğim düşüncelerimden vazgeçmemiş olmakla birlikte, neden birdenbire içerik değiştirmeye karar verdiğimi böylece anlayabileceğinizi umuyorum.

Mimarlık mesleğinde dönüşüm konusuna, evinin tüm odalarını uluslararası sermayeye açmış bir ekonominin egemen olduğu bir ülkenin varlıkların, olanakların ve fırsatların aşırı eşitsiz dağıldığı topraklarında hızla büyüyen kentlerin işsizlik, yoksulluk, zorbalık, suç ve ahlaksızlık dolu sokaklarından bakmak gerektiğini düşünüyorum. Eğer konuya buradan bakamazsak, sırça sarayların penceresinden göreceklerimiz yalnızca hayal dünyamızdaki parlak yıldızlar olarak kalacak, ayaklarımız yere basmayacaktır. Zaten, aksi halde bile, post modern dünyanın butik mimarisinde, ayaklarımız yere basacak olursa, ıslanacağı anlaşılıyor.

UIA 2005 için tema çalışmaları sürdüğü sıralarda (2001-2002) Bilim Kurulu’na, ana temanın “arayışlar” olmasını önerdiğimde, gerekçesinde şunları yazmıştım: “Habitat II, 70’li yılların sonlarından itibaren küresel düzeyde yaşanmakta olan bir toplumsal-ekonomik dönüşümün, yeni dünya düzeninin, uluslararası ortak kabulünü ilân etmişti. Habitat II’nin resmi söylemi, artık “sosyal devlet” anlayışı ile konut ve kentleşme sorunlarının üstesinden gelinemediğini, artık yeni bir tür devletin kurulacağını açıkça dile getiriyordu. Yeni dünya düzeni, sermayenin küreselleşmesi doğrultusunda, özelleştirmeyi, devletin küçültülmesini öngörüyordu. Eğer devlet, liberal ekonomik sisteme uyum sağlayacaksa, kamu yatırımlarını en aza indirmeli, sağlık, eğitim, konut gibi toplumsal ihtiyaçlara bütçeden ayrılan payı düşürmeliydi. Devletin kaynaklarının bu alanlardan çekilmesiyle oluşacak boşluğu, teşvik edilecek yerelleşme ile birlikte, sivil toplum örgütlerinin doldurması hedefleniyordu. Bireylerin, yerel yönetimlerin ve sivil toplum örgütlerinin yapabilir kılınması, finansman, altyapı, arsa sağlanması ve örgütlenme kolaylıkları ile, toplumun kendi konutunu (..okulunu, sağlık ocağını, hastanesini vb.) kendinin yapması ve kendi kentsel çevresini kendinin yaratması amaçlanıyordu.

Modernizm, eski dünya düzeninin, yani, “sosyal devlet”in mimari üslubuydu. Ama mimarlar yeni dünya düzeninin üslubunu henüz bulamadılar.  Bulmaları da zaman alacağa benziyor, çünkü “liberal devlet” bütün kurumlarıyla yerine yerleşemedi bir türlü ve rahatça yerleşebileceği de hâlâ kuşkulu. Mimarlar, ortak kabullerde biraraya gelemiyor, mimari akımlar, yazlık moda gibi, bir anda tüketiliyor. Mimarlar bir arayış içerisinde, ama, çıkış yolu bulamıyorlar. Pragmatik toplumun pragmatik mimarlık dünyasında “eski ustaların” sayısı ve etkileri azalıyor, salonları dolduran mevsimlik “yıldız”ların sayısı ise artıyor.

Kanımca, tüm bunlar, gerçek hayatımız, yaşadıklarımız, özellikle “kuzey-güney” çelişkisinin, “sosyal devlet” ilkesinden, planlı kalkınmadan, planlı kentleşmeden vazgeçen bir toplumun sancılarının en yoğun yaşandığı bir kentte, özellikle Habitat II’nin gerçekleştiği bir kentte yapılacak olan bir UIA kongresinin şu ana temasının alt başlıkları olabilir: Çağın Değişim Sürecinde Toplum ve Mimarlık: Arayışlar”

Başkalarınca sunulan diğer öneriler gibi bu öneri de kabul görmedi. Ama diğerleriyle birlikte bu öneriyi de içeren daha geniş bir çerçeve, “Mimarlıkların Pazaryeri”, UIA 2005’in teması oldu. Bu temanın seçilmesi, “pazar” sözcüğünün hele günümüzdeki kötü çağrışımları nedeniyle adeta “mimarlığı pazara düşüren bir anlayışın ürünü” olarak yargılanmasına karşın, zamana ve mekana oldukça denk düştü. Gerçekten de, UIA’nın İstanbul Dünya Kongresi, ağırlıklı olarak mevsimlik yıldızların ışıltısıyla doldu ve, eğer bir özeleştiri yapmak gerekirse, halkla bütünleşmesini umduğumuz Kongre, özellikle genç mimarların ve mimarlık öğrencilerinin yıldızlarla aynı fotoğraf karesinde yer alabilmek için birbirlerini ezdikleri çılgın bir podyum şovuna dönüştü. Tema “toplum ve mimarlığı” da, ekolojiyi de, çarpık kentleşmeyi de içeriyordu kuşkusuz, pazaryerinde her düşünceye yer verildi çünkü. Hatta mimarlığın toplumsal misyonuna ilişkin sayısız bildirinin sunulduğu salonların dışında, avlularda, sokaklarda, meydanlarda “başka bir mimarlık mümkün” sloganlarıyla önceden programlanmış gösteriler de yapıldı. Ama podyumda yerlerini alan yıldızların (ah o şişman kediler…) söylemleri arayış içindeki post-modern yapıtların görkemli bir dışavurumuydu ve İstanbul’a yayılan sayısız sergiyle mimarlığın halktan koptuğunu ilan ediyordu.

Aslında, neo-liberal ekonominin yapı sektöründe yarattığı yeniden yapılanmanın mimarlığı nasıl etkilediği, çağdaş ekonomik terminoloji ile süslenerek pekala açıklanabilir. Neden-sonuç ilişkilerini kurarak, irdeleyerek, inceleyerek, olup bitene bir anlam verebiliriz sanki. UIA’nın, ACE’nin, hatta Avrupa Mimarlık Politikaları Forumu’nun GATS ve AB direktifleri çerçevesinde geliştirdikleri politikaları da böylece anlamak mümkün olur. Bunu yaparsak, çağdaş iletişim teknolojilerinden yararlanarak mimarlık hizmetinin küresel gezintisinde yeni pazar olanaklarını, kentsel dönüşümü ve kentsel yenilemeyi, yık-yap-satçı müteahhitlerin arsa spekülasyonundan devasa şirketlerin kentsel rant alanlarına nasıl sıçradığımızı, kahraman bakkal süpermarkete karşı nasıl savaş veriyorsa küçük büro ideolojisinin de hala nasıl tutunmaya çalıştığını, butik mimarinin arayışının neden toplumsal kabule şayan olamadığını (ya da elit olmaya mahkum kaldığını), ekolojik duyarlığı reklam amaçlı kullanan sermaye gruplarının dünyayı nasıl ekolojik-iklimsel-küresel felakete sürüklemekte olduklarını, bankaları, gayrimenkul yatırım ortaklıklarını, sermayenin pazarda yarattığı yeni iş olanaklarından mimarların nasıl pay kapabileceğini öğrenebiliriz ve hatta bu yeni iş olanaklarını SMGM müfredatına da ekleyebiliriz eminim. Ama mimarlığın unutulan toplumsal misyonunun yerini neyin dolduracağını kestirmek, herhalde, olanaksız değilse bile, çok güçtür.

Kabul etmek gerekir ki, sis-pus içindeki bir dünyada post-modern “arayış”, yalnızca mimarlıkta değil, resimde, heykelde, müzikte ve yazında da var. Tıpkı manyerist dönemde olduğu gibi. Michelangelo’nun heykellerinde bulduğumuz “arayış”, Kral Lear’da da vardı. Özdemir Nutku, Kral Lear (Shakespeare) çevirisinin önsözünde şöyle yazmış: “Hamlet’te, Machbet’te izlediğimiz manyerist özellikler bu yapıtta da vardır. Evrende dengeli bir düzenin ol­duğundan kuşku duyan ve insanın iç ile dış dünyası arasında bir uyumsuzluk olduğuna inanan manyeristler gibi, Shakespeare de bu tragedyasında Lear, Glouecester ve diğerleri yoluyla insanın iç ve dış dünyasını sorguya çekmiştir. İnsanın, kendine, başkasına olan sorumluluğu dışında, doğal ve toplumsal çevresindeki konumunu araştırmıştır. Manyerist’lerin dünyası, huzursuz, dengesiz bir atmosfer içindeki kaçıklar dünyasıdır.

Kral Lear’de bütün ölçüler birbirine karışmıştır. Lear’in dünyası büyük uyumsuzluklar dünyasıdır; o dünyada her şey, daha başlangıcından itibaren düzeltilemeyecek bir kargaşaya doğru yönelir. Yine bu oyunda, manyerist üslupta izlediğimiz çok yönlülük vardır. Bu oyuna ve baş karakterlere değişik yönlerden bakmamız gerekir; çünkü bunların hiçbiri yalnızca tek bir açıdan tam olarak anlaşılamaz. Örneğin, Oswald gibi çıkarlarına düşkün, acımasız bir adamın bağlılık ve görevini sonuna kadar götürme gibi birtakım erdemleri vardır; genelde korkak ve tabansız biridir, ama en zor görevleri de gözünü kırpmadan gerçekleştirmek isler. “

Kafka ile buluşmamın ve MIT yönetiminin “ah biz ne yaptık” çaresizliğiyle ilgili haberi okumamın, yalnızca “neden-sonuç ilişkisi kurarak” mimarlığın dönüşümünü dilim döndüğünce açıklamaya çalışacağım bir yazıyı silip attırması, rastlantı değil demek ki. Makyavel’in dediği gibi: Aman boş ver, her şey mubah bu yolda. Kim öle, kim kala!

Fatih Söyler


(Bu yazı TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesinin Mimarlıkta Dönüşüm konulu dosyasına verilmiştir)