sisin içinde, sessizlikte,
bir trenin
düdük sesi duyuluyordu.
kimse
görmüyordu treni.
kimse
bilmiyordu trenin nereye gittiğini.
ama her tren
düdüğü,
herkese,
uzakları
düşündürüyordu.
uzakta neresi
varsa,
tren de oraya
gidiyordu...
(Kum Yığınının Gizli Tarihi, Fatih Söyler)
Bu
yazıyı yazdığım sırada küreselleşen dünyanın teknolojik olanaklarından
yararlanarak aldığım bir haber, yazımın içeriğini değiştirmeme neden oldu.
Doğrusu, sabah yolda yürürken Franz Kafka ile karşılaştım, beni lafa tuttu;
öyle ki, öğle yemeğini ısmarlamayı üstlendi, saatlerce konuşabilmek için yaptı
bunu ve hem tüm günümün programı altüst oldu, hem de yazım gecikti. Ama tam
Kafka’dan kurtulup bilgisayarımın başına dönebildiğimde karşılaştığım haberle
yıkıldım. Frank Gehry’nin MIT (Michigan Institute of Technology) için yaptığı
binaların hataları nedeniyle (ki bunların arasında damın akması da var)
kullanıcıların bizar olduğunu, Gehry’nin telefonlara çıkmadığını, hatta
elektronik mektuplara yanıt vermekten kaçındığını, çaresiz kalan MIT
yöneticilerinin binalarının sorumsuz mimarı hakkında yüklü bir tazminatı da
içeren dava açmaya karar verdiklerini öğrenince şaşkınlıktan dilim tutuldu.
Sevgili Franz’ın neden bu kadar çenesinin düştüğüne geçerli bir neden bulmakla
kalmadım, söylediklerinin (hepsi değilse de) pek çoğuna hak verdim.
Şimdi
benden istenen yazıyı okuduğunuzda, bu yazının neden böyle yazılmış
olabileceğini ve aslında okurla paylaşmaya niyetlendiğim düşüncelerimden
vazgeçmemiş olmakla birlikte, neden birdenbire içerik değiştirmeye karar
verdiğimi böylece anlayabileceğinizi umuyorum.
Mimarlık
mesleğinde dönüşüm konusuna, evinin tüm odalarını uluslararası sermayeye açmış
bir ekonominin egemen olduğu bir ülkenin varlıkların, olanakların ve
fırsatların aşırı eşitsiz dağıldığı topraklarında hızla büyüyen kentlerin
işsizlik, yoksulluk, zorbalık, suç ve ahlaksızlık dolu sokaklarından bakmak
gerektiğini düşünüyorum. Eğer konuya buradan bakamazsak, sırça sarayların
penceresinden göreceklerimiz yalnızca hayal dünyamızdaki parlak yıldızlar
olarak kalacak, ayaklarımız yere basmayacaktır. Zaten, aksi halde bile, post
modern dünyanın butik mimarisinde, ayaklarımız yere basacak olursa, ıslanacağı
anlaşılıyor.
UIA
2005 için tema çalışmaları sürdüğü sıralarda (2001-2002) Bilim Kurulu’na, ana temanın
“arayışlar” olmasını önerdiğimde, gerekçesinde şunları yazmıştım: “Habitat II, 70’li
yılların sonlarından itibaren küresel düzeyde yaşanmakta olan bir
toplumsal-ekonomik dönüşümün, yeni dünya düzeninin, uluslararası ortak kabulünü
ilân etmişti. Habitat II’nin resmi söylemi, artık “sosyal devlet” anlayışı ile
konut ve kentleşme sorunlarının üstesinden gelinemediğini, artık yeni bir tür
devletin kurulacağını açıkça dile getiriyordu. Yeni dünya düzeni, sermayenin küreselleşmesi
doğrultusunda, özelleştirmeyi, devletin küçültülmesini öngörüyordu. Eğer
devlet, liberal ekonomik sisteme uyum sağlayacaksa, kamu yatırımlarını en aza
indirmeli, sağlık, eğitim, konut gibi toplumsal ihtiyaçlara bütçeden ayrılan
payı düşürmeliydi. Devletin kaynaklarının bu alanlardan çekilmesiyle oluşacak
boşluğu, teşvik edilecek yerelleşme ile birlikte, sivil toplum örgütlerinin
doldurması hedefleniyordu. Bireylerin, yerel yönetimlerin ve sivil toplum
örgütlerinin yapabilir kılınması, finansman, altyapı, arsa sağlanması ve örgütlenme
kolaylıkları ile, toplumun kendi konutunu (..okulunu, sağlık ocağını,
hastanesini vb.) kendinin yapması ve kendi kentsel çevresini kendinin yaratması
amaçlanıyordu.
Modernizm,
eski dünya düzeninin, yani, “sosyal devlet”in mimari üslubuydu. Ama mimarlar
yeni dünya düzeninin üslubunu henüz bulamadılar. Bulmaları da zaman alacağa benziyor, çünkü
“liberal devlet” bütün kurumlarıyla yerine yerleşemedi bir türlü ve rahatça
yerleşebileceği de hâlâ kuşkulu. Mimarlar, ortak kabullerde biraraya gelemiyor,
mimari akımlar, yazlık moda gibi, bir anda tüketiliyor. Mimarlar bir arayış
içerisinde, ama, çıkış yolu bulamıyorlar. Pragmatik toplumun pragmatik mimarlık
dünyasında “eski ustaların” sayısı ve etkileri azalıyor, salonları dolduran
mevsimlik “yıldız”ların sayısı ise artıyor.
Kanımca,
tüm bunlar, gerçek hayatımız, yaşadıklarımız, özellikle “kuzey-güney”
çelişkisinin, “sosyal devlet” ilkesinden, planlı kalkınmadan, planlı
kentleşmeden vazgeçen bir toplumun sancılarının en yoğun yaşandığı bir kentte,
özellikle Habitat II’nin gerçekleştiği bir kentte yapılacak olan bir UIA
kongresinin şu ana temasının alt başlıkları olabilir: Çağın Değişim Sürecinde Toplum ve Mimarlık: Arayışlar”
Başkalarınca
sunulan diğer öneriler gibi bu öneri de kabul görmedi. Ama diğerleriyle birlikte
bu öneriyi de içeren daha geniş bir çerçeve, “Mimarlıkların Pazaryeri”, UIA 2005’in teması oldu. Bu temanın seçilmesi, “pazar”
sözcüğünün hele günümüzdeki kötü çağrışımları nedeniyle adeta “mimarlığı pazara
düşüren bir anlayışın ürünü” olarak yargılanmasına karşın, zamana ve mekana oldukça
denk düştü. Gerçekten de, UIA’nın İstanbul Dünya Kongresi, ağırlıklı olarak
mevsimlik yıldızların ışıltısıyla doldu ve, eğer bir özeleştiri yapmak
gerekirse, halkla bütünleşmesini umduğumuz Kongre, özellikle genç mimarların ve
mimarlık öğrencilerinin yıldızlarla aynı fotoğraf karesinde yer alabilmek için
birbirlerini ezdikleri çılgın bir podyum şovuna dönüştü. Tema “toplum ve
mimarlığı” da, ekolojiyi de, çarpık kentleşmeyi de içeriyordu kuşkusuz, pazaryerinde
her düşünceye yer verildi çünkü. Hatta mimarlığın toplumsal misyonuna ilişkin
sayısız bildirinin sunulduğu salonların dışında, avlularda, sokaklarda,
meydanlarda “başka bir mimarlık mümkün” sloganlarıyla önceden programlanmış gösteriler
de yapıldı. Ama podyumda yerlerini alan yıldızların (ah o şişman kediler…)
söylemleri arayış içindeki post-modern yapıtların görkemli bir dışavurumuydu ve
İstanbul’a yayılan sayısız sergiyle mimarlığın halktan koptuğunu ilan ediyordu.
Aslında,
neo-liberal ekonominin yapı sektöründe yarattığı yeniden yapılanmanın mimarlığı
nasıl etkilediği, çağdaş ekonomik terminoloji ile süslenerek pekala
açıklanabilir. Neden-sonuç ilişkilerini kurarak, irdeleyerek, inceleyerek, olup
bitene bir anlam verebiliriz sanki. UIA’nın, ACE’nin, hatta Avrupa Mimarlık
Politikaları Forumu’nun GATS ve AB direktifleri çerçevesinde geliştirdikleri
politikaları da böylece anlamak mümkün olur. Bunu yaparsak, çağdaş iletişim teknolojilerinden
yararlanarak mimarlık hizmetinin küresel gezintisinde yeni pazar olanaklarını,
kentsel dönüşümü ve kentsel yenilemeyi, yık-yap-satçı müteahhitlerin arsa
spekülasyonundan devasa şirketlerin kentsel rant alanlarına nasıl sıçradığımızı,
kahraman bakkal süpermarkete karşı nasıl savaş veriyorsa küçük büro
ideolojisinin de hala nasıl tutunmaya çalıştığını, butik mimarinin arayışının
neden toplumsal kabule şayan olamadığını (ya da elit olmaya mahkum kaldığını),
ekolojik duyarlığı reklam amaçlı kullanan sermaye gruplarının dünyayı nasıl
ekolojik-iklimsel-küresel felakete sürüklemekte olduklarını, bankaları,
gayrimenkul yatırım ortaklıklarını, sermayenin pazarda yarattığı yeni iş
olanaklarından mimarların nasıl pay kapabileceğini öğrenebiliriz ve hatta bu
yeni iş olanaklarını SMGM müfredatına da ekleyebiliriz eminim. Ama mimarlığın
unutulan toplumsal misyonunun yerini neyin dolduracağını kestirmek, herhalde,
olanaksız değilse bile, çok güçtür.
Kabul
etmek gerekir ki, sis-pus içindeki bir dünyada post-modern “arayış”, yalnızca
mimarlıkta değil, resimde, heykelde, müzikte ve yazında da var. Tıpkı manyerist
dönemde olduğu gibi. Michelangelo’nun heykellerinde bulduğumuz “arayış”, Kral
Lear’da da vardı. Özdemir Nutku, Kral Lear (Shakespeare) çevirisinin önsözünde
şöyle yazmış: “Hamlet’te,
Machbet’te izlediğimiz manyerist özellikler bu yapıtta da vardır. Evrende
dengeli bir düzenin olduğundan kuşku duyan ve insanın iç ile dış dünyası
arasında bir uyumsuzluk olduğuna inanan manyeristler gibi, Shakespeare de bu
tragedyasında Lear, Glouecester ve diğerleri yoluyla insanın iç ve dış dünyasını
sorguya çekmiştir. İnsanın, kendine, başkasına olan sorumluluğu dışında, doğal
ve toplumsal çevresindeki konumunu araştırmıştır. Manyerist’lerin dünyası,
huzursuz, dengesiz bir atmosfer içindeki kaçıklar dünyasıdır.
Kral Lear’de bütün ölçüler birbirine karışmıştır. Lear’in dünyası büyük uyumsuzluklar dünyasıdır; o dünyada her şey, daha başlangıcından itibaren düzeltilemeyecek bir kargaşaya doğru yönelir. Yine bu oyunda, manyerist üslupta izlediğimiz çok yönlülük vardır. Bu oyuna ve baş karakterlere değişik yönlerden bakmamız gerekir; çünkü bunların hiçbiri yalnızca tek bir açıdan tam olarak anlaşılamaz. Örneğin, Oswald gibi çıkarlarına düşkün, acımasız bir adamın bağlılık ve görevini sonuna kadar götürme gibi birtakım erdemleri vardır; genelde korkak ve tabansız biridir, ama en zor görevleri de gözünü kırpmadan gerçekleştirmek isler. “
Kafka
ile buluşmamın ve MIT yönetiminin “ah biz ne yaptık” çaresizliğiyle ilgili
haberi okumamın, yalnızca “neden-sonuç ilişkisi kurarak” mimarlığın dönüşümünü
dilim döndüğünce açıklamaya çalışacağım bir yazıyı silip attırması, rastlantı
değil demek ki. Makyavel’in dediği gibi: Aman boş ver, her şey mubah bu yolda.
Kim öle, kim kala!
Fatih Söyler
(Bu yazı TMMOB Mimarlar Odası Ankara
Şubesinin Mimarlıkta Dönüşüm konulu dosyasına verilmiştir)