Mimarlar Odası’nın Yeniden
Yapılandırılması Kapsamında Bir Eleştirel Değerlendirme
16-19 Mart 1995, TMMOB Mimarlar Odası Olağanüstü
Genel Kurulu, Ürgüp
Fatih Söyler
Bu denemeye başladığımda, güç bir işe kalkıştığımı bilerek; özellikle de ne
bir ekonomist, ne de bir filozof olmadığım, hatta sosyoloji ve antropoloji ile
yakın bir temasta bulunmadığım ve siyasal bilgiler fakültesi ya da hukuk
fakültesinde ya da bir üniversitenin sanat tarihi veya şehircilik bölümünde “master”
yapıp mesleki unvanımın başına (olmaz ya) ‘yüksek’ yazmadığım için, biri kalkıp
‘senin ne haddine’ dediğinde sıkıntı içine düşeceğimi bilerek, ama yine de,
yıllardır beynimi kemiren düşüncelerin doğruluğunu, moda deyimiyle ‘test’
etmeyi, yine yıllar içinde bulunduğum meslek
camiamızın -yani ailemin- içinde göze aldım.
1980’den beri, kavram kargaşaları, ideolojik ve kurumsal kaos içinde
yaşıyoruz. Bugün şu ya da bu biçimiyle var olan ve pek de güzel işler yapmakta
olan bir kurum, bir gün sonra, bir bakıyorsunuz, ya yok oluyor, ya da Kafka’nın
kahramanı gibi biçim değiştiriyor, metamorfoza uğruyor ve kendine verdiği zarar
yetmiyormuş gibi, etrafına da tehditler savuruyor. Bizler de ne yapacağımızı
bilemiyor, oraya buraya koşuşturuyor, bazen, çaresizliğin verdiği hınçlara,
hırçınlıklara kapılıp birbirimizi incitiyoruz.
Yücel Gürsel, bu durumu pek güzel ifade etmiş: “Bütün kavramların içerik ve boyut değiştirdiği, değer yargılarının
kriz içinde olduğu bir dönemde...”[1]
diyor, cümlesini tamamlarken de beni kışkırtıyor: “.... değişmeyen ve değişmeyeceğini sandığımız doğrular aramak yerine,
değişimin etkenlerini ve yasalarını kavramaya ve değişimi yönlendirmeye
çalışmak, zor ama tek çıkar yoldur.”[2]
İşte ben de, bu kışkırtma ile bu denemeye kalkıştım.
1980’den bu yana, tüm dünyada, yeni bir toplumsal sürece girildi. Liberal
ekonomi, globalleşme, glasnost, değişim vb. bu sürecin başlıca kavramları oldular.
Sermaye, bir yeni milat gibi, 1980’i dönüm noktası olarak belirledi.
Konumuza böyle başlamak durumundayım. Çünkü 1980’den bu yana tüm dünyada ve
ülkemizde yaşananlar, tıpkı binlerce yıldır olduğu gibi, sosyal dönüşümlerdir
ve çünkü sosyal dönüşümler, günümüzde de, Mimarlar Odası gibi toplumsal
muhalefet-siyasi baskı gruplarını doğrudan etkilemektedir.[3]
Raşit Gökçeli, “Demokratik Kitle Örgütleri Üzerine” adlı kitabının
önsözünde, “ikincil örgütler” kavramını getiriyor. Dernekler, meslek odaları,
sendikalar herhalde, birincil örgütler siyasetler olduğuna göre, ikincil
örgütlerdir[4].
NGO’lar yani hükümet dışı örgütler de bu ikincil örgütler grubuna giriyor. NGO,
her ne kadar son yıllarda meslek odalarına da yakıştırılan bir sıfat olsa da,
ben aynı kanıda değilim. NGO’ların karakteristiği, gönüllü katılımcıları
bünyesinde barındırmalarıdır. Bu anlamda Greenpeace, hatta UIA, bir NGO’dur.
Ancak Türkiye’de meslek odaları, gönüllü değil, zorunlu üyelerle varolurlar ve
Server Tanilli’nin belirttiği gibi, 1961 Anayasasının öngörüsüne rağmen,
kuruluşlarından beri, merkezi idarenin denetiminde olmakla malûldürler[5].
Bu maluliyet, 1982 anayasası ile daha da vahimleşmiştir. Ancak bu haller,
meslek odalarının birer toplumsal muhalefet-siyasi baskı grubu olma
özelliklerini, azaltmayı öngörse de, yok edememişlerdir.
Başa dönersek, II. Milat, kendini yalnızca soyut kavramlarla belirlemedi.
II. Miladın rüşt ispatı, Berlin duvarının yıkılması, Sovyetler Birliğinin
dağılması gibi göz kamaştırıcı olayların perde arkasında, sermayenin (tüm
dünyada) ceberrut devlete[6] el
koymasıyla gerçekleşti. Kapitalizm, ergenlik dönemi utangaçlığından sıyrıldı,
delikanlılığa, kabadayılığa özendi, evi terk etti, ana babaya başkaldırdı.
Zamanla şirretleşti, tırnağını, yumruğunu gösterir oldu. Sonunda her dediğini
yaptırmak isteyen, yaptıran, asi genç oldu.
TÜSİAD’ın bir raporunda “1980’li yıllar, yurtiçinde reform sürecinin
perçinlenmesine, dış dünyada ise soğuk savaşın sona ermesine sahne olmuştur.
Ayrıca, Latin Amerika’dan Doğu Avrupa’ya uzanan geniş bir yelpaze içinde çok
sayıda ülkenin aynı tip reformları uygulaması, serbest piyasa ekonomisine geçiş
sürecinin Türkiye’de evrensel bir olgu olarak yansımasına neden olmuştur. Bütün
bu etkenler birleşince siyasal partiler arasındaki ideolojik farklılıklar ve
kutuplaşmalar da büyük ölçüde ortadan kalkmıştır... Bütün partiler ana ilke
olarak dışa açık serbest piyasa modeli üzerinde uzlaşmakta, liberal bir dış
ticaret rejiminden kapsamlı korumacılığa geri dönüş olasılığını gündem dışı
bırakmaktadırlar.” deniliyor[7].
Yücel Gürsel Türkiye’yi bu noktaya getiren sürecin 1950’lerden itibaren,
Marshall yardımları ile başladığını haklı olarak belirtiyor. Yücel Gürsel bu
saptamayı, 12 Eylül sonrasına uzanan bu süreci, Odamızın ilgi alanında
değerlendiriyor: “Serbest piyasa ekonomisine geçiş süreci içinde İstanbul’a bir
göç dalgası başladı. Bu göç dalgası ilk dönem gecekonduları yarattı. .... 12
Eylül’e girerken... yeniden yapılaşma başladı.... Özellikle 12 Eylül’den sonra,
işte Özal’ın dediği gibi, halkımız yöneticidir (yani işini bilir-FS), üçü beşi bir araya gelir kat karşılığı 15-20
bina yapar. Yeni İstanbul da 20 milyonu kaldırır, dediği dönemlerde de İstanbul’da
ikinci yıkım süreci başlamıştı. Kentin diğer kültürel odakları, Ortaköy,
Beşiktaş, Tarlabaşı ve Fatih bölgelerinde ... yıkım başladı.”, diyor, “...pazar
ekonomisi ne yaptı: Sermaye getirdi. Bu sermayenin ihtiyaç duyduğu apartmanlar
için kent yıkıldı, bütün kültür değerleri yok oldu”, diyor[8].
“İşini bilme”, “çağ atlama”, “değişim”, “tabuları yıkma” gibi dönemin
yaygın soyutlamaları, günümüze toplumsal çözülmenin ve kurumsal-ideolojik
kaosun temel taşları olarak uzandı. Medyanın alabildiğine ve devlete hücum
ederek -ki bu hücumdan geniş halk kitlelerinin yüzyıllardır muzdarip oldukları
bir alana dokunulmuş olduğu için hoşnut kalacakları düşünülebilir ve bu tam da
bir reklamcı triğidir- II. Miladın kendi ideolojisini oluşturma ve yerleştirme
gayreti, bu kaosu ve çözülmeyi bir yeni maniyerist[9]
dönemin aşılması güç -ama zorunlu- gerçekliği haline getirmekte makine yağı
vazifesi gördü[10].
Bu gayret, toplumun hem ideolojik bombardımanı, hem de cebir ve şiddet
kullanarak, hiçbir yasa ve kural tanımayarak, yaşamsal çarklara yapılan somut
el koymalar, boşuna değildir. Çünkü ekonomik dişliler, kendi ideolojilerinden
yoksun olamaz. Bazen ideolojiler ekonominin önüne geçerler ve kendi ekonomik
düzenlerini oluşturma çabası içine girerler. Ama bazen ekonomi toplumsal
ideolojinin önüne geçer ve bu durumda ekonomi yeni ideolojiyi topluma
benimsetmek için uğraş verir. Böyle durumların tarihte pek çok örneği vardır.
Eski ideoloji yeni ekonomiye ayak bağıdır. Onu yok etmek gerekir. Ama bu geçiş
dönemi sancılıdır, toplumu yaralayabilir, direnişler olacaktır, bazı örneklerde
olduğu gibi toplumsal/kitlesel intiharlara bile yol açabilir[11].
Her ne pahasına olursa olsun, bu ideolojik dönüşüm gerçekleşecektir. Türkiye’de
sola ve solculara, ama daha çok Kemalizm’e ve Kemalistlere saldırıların bu
denli artması bundandır. Burada devletin zafiyeti, durumun belirsizliğe
itilmesidir. Devlet yeni sahibini beklemektedir. Eski ev sahibi, devlete iğreti
oturmaktadır. Taşınma hazırlığındadır. Yeni ev sahibi-yeni ideoloji, koltukları
değiştirecek, eski tabloları bodruma atacak, post modern resimler ve ‘heavy metal’
posterler asacak, kitaplığın yerine de bir bilgisayar koyacaktır.
İşte bu nedenlerle Ayhan Çelik, Kenan Güvenç ve Murat Uluğ çok isabetli bir
saptama yapmışlardır ve bu saptamayı, konumuz olan meslek yasası üzerine
yazdıkları yazının ilk satırlarına yerleştirmişlerdir. “Türkiye Özalist
politikalar eşliğinde fiili durum yaratanların hiçbir toplumsal değer tanımadan
toplumsal oluşumun asal unsuru haline gelebildiği bir ülke artık... Bu ülkede
fiili durum yaratmaya heveslenenler toplumsal ve tarihsel olan her şeyi unutma
- unutturma gayretinde epey yol alabilmişlerdir...”[12].
Meslek odalarının -üyeleri ile birlikte- tüm bu süreçten etkilenmemesi
olanaksızdır. Tıpkı daha önceki süreçlerden etkilendiği gibi, II. Milat
sürecinden de etkilenecektir. Gökçeli, 70’li yıllarda toplumsal muhalefeti
birincil örgütlerden çok, ikincil örgütlerin sürüklediğini (60’lı yıllarda
birincil örgütler sürüklüyordu), 80’li yıllarda ise genel anlamda bir sağa
kayış, bir apolitikleşme görüldüğünü, Mimarlar Odasının da bu apolitikleşmeden
etkilendiğini belirtiyor[13].
Gerçi 81-84 dönemi Oda çalışma raporları Mimarlar Odası’nın bu etkilenmeye
karşı direnişini dile getirmekte, raporların birinde “meslek odaları bu yıllarda
ayrıca, giderek yoğunlaşan sosyal dönüşümler karşısında toplumun tüm kesimleri
gibi, edilgenleşen üye kitleleri ile karşı karşıya kaldılar. Bu nedenle,
ekonomik ve sosyal yapıya yön veren, mesleğin bugününü ve geleceğini etkileyen
düzenlemelere karşı giderek pasifleşen üyelerimizin potansiyellerini,
koşulların elverdiği ölçüde korumak, tartışma platformları yaratarak katılım
güdülerini canlı tutmak başlıca amaçlarımızdan biri oldu” denilmektedir. Ayrıca
yapılan etkinlik örnekleri ve özellikle 82 Anayasası’na yönelik, TMMOB
düzeyinde olsun, Oda ölçeğinde olsun, çalışma ve girişimler, bu yaklaşımı
doğrulamaktadır. Ne var ki, bu yaklaşım, değerlendirme ve çabalar, bu
etkilenmenin ve gelişmelerin önüne geçememiştir.
II. Milatla başlayan süreç, meslek odaları bünyesinde ilk adımını, 12 Eylül
öncesinin Oda politikalarını yargılamaya başlayarak ve ‘onurlu geçmişi’ inkârla
atmıştır. “Biz de her şeye karşı çıktık, adamlar haklı”, “merkezi ve yerel
idarelerle iyi geçinmedik”, “hep siyaset yaptık” türünden diskurlar, şimdilerde
haklılığı merkezi yönetimlerce bile teslim edilen Oda’nın Boğaz Köprüsü tezinin
ne denli yanlış olduğuna kadar uzandı. Son yıllarda, bazı özel TV kanallarında
ve basında boy gösteren II. Milatçılar (bir kısmı bilinen adlarıyla II. Cumhuriyetçiler),
eski ideolojinin görkemli örneği olarak, Mimarlar Odası’nın Boğaz Köprüsü
tezini sunmaktadırlar. Bu, görüldüğü gibi, son derece isabetli bir çakışmadır!
Mimarlar Odası İstanbul Şubesi’nde, bir anlamda Raşit Gökçeli’nin yazılı olarak
da teorize ettiği “ortak süreç”in, eğer gördüğü halde oportünistçe görmezden
gelmediyse, yine Gökçeli’nin deyimiyle, ıskaladığı bir çakışmadır[14].
Bu çakışma, 1984’te, ittifakların oluşumuna, Oda organlarına aday arayışlarına
ve Yönetim Kurullarının kompozisyonuna damgasını vurdu.
82 Anayasası ve kanun hükmünde kararnamelerin öngördüğü “politik olmayan
meslek odaları” ve/ya da “iktidarla sürtüşmeyecek meslek odaları” ve/ya da
“merkezi ve yerel yönetimlerle iyi geçinecek meslek odaları”, yani meslek
temelinde kurumsallaşmış meslek odaları, bu inkârcıların ve şimdi onların baş tacı
ettikleri doğuştan meslekçilerin[15]
önünü açmıştır. Mimarlar Odasının, II. Milat ideolojisine uygun bir şekilde
yeniden yapılanması işte böylece (1984 Genel Kurulu’nda da ifade edilerek)
gündeme gelmiştir[16]. Bu meslektaşlarımız, 20
yılın hınç ve nefreti ile yüklü olarak, özellikle 70’li yılların intikamını
almak üzere 1986 Genel Kurulu’na yürümüşler, ve geçmişin perdesini -vebali bir
anlamda benim de omzumda olan-Kirazlıyayla deklarasyonuyla kapatmışlardır[17].
Yeniden yapılanma, nasıl olur da bir bütünün parçası olmaz? Önce DYP-SHP
koalisyon protokolüne bakalım. Diyor ki, “Türkiye dünyayı saran demokratik
değişim ve reform rüzgarlarından etkilenmeden kalamaz. Türkiye bu değişimlerin
için çoktan girmiştir ve 21. yüzyılda dünyanın önder ülkelerinden biri
olacaktır”. Protokol, daha sonra devletin (bu kapsamda) demokratikleşmesini ve
yeniden yapılandırılmasını öngörüyor[18].
49. T.C. Hükümetinin programında ise “nasıl bir devlet anlayışına sahip
olunacağı açıkça belirtilmekte” ve bazı başlıklar sıralanmaktadır. Bu
başlıklardan ilginç olan biri “Türkiye’de bir tane hükümet olacak, birkaç tane
hükümet olmayacak, birden fazla hükümet olma devri son bulacaktır” demektedir.
Tarih 30 Kasım 1991’dir. Latife olsun diye söylüyorum, demek ki, birileri bu
tarihten önce işleri biraz karıştırmış. Hükümet programı ise artık devletin
yeni sahibinin yerleşeceğini ilan ederek bu karışıklığa bir son veriyor. Ama
asıl ilginci, ayrıntıdadır. “Kamu yönetimine, katılımcı demokrasinin
gereklerine uygun olarak getirilecek yeni yapılanma” başlığı altında bakınız ne
önerilmektedir: “Bu yapılanmada, ilçelerde ‘ilçe meclisleri’, illerde ‘il
meclisleri’ oluşturulacaktır.”[19]
Bu meclislerin kimlerden ve nasıl oluşacağı, hangi konuları nasıl ele
alacakları, yetki ve sorumluluklarının ne olduğu programda veriliyor.
TÜSİAD’ın bir raporunda, bu yeniden yapılanma konusu ele alınmıştır.
Raporun sunuşunda “... yönetim sistemimizin yerel topluluklara hizmet üreten
kesimin etkili ve verimli hizmet üretmekten çok uzağa düşmüş olduğunu, bunun
yanında geleneksel merkeziyetçi yönetim anlayışının sürdüğü bu kesimin, yerel
demokrasinin sağlıklı işlemesini kolaylaştırıcı olması bir yana, tam tersine
ülkemizde demokrasinin kökleşmesini, yerel demokrasinin sağlıklı işlemesini
önleyici ve yozlaştırıcı rol oynadığını açıkça ortaya koymuş bulunmaktadır”
deniliyor ve yapılması gereken şöyle özetleniyor: “yönetim sistemimizin,
merkezin taşra kuruluşları ve yerel yönetimleri içerecek biçimde yeniden
yapılandırılması” gerekir. Bu yeniden yapılanmada organlar ve iç örgütlenme
modeli ise şöyle tanımlanıyor: “... encümen yerine ‘yürütme kurulu’ terimi
yeğlenmeli, il genel meclisi, ‘il meclisi’, ilçe karar organı ‘ilçe meclisi’
olarak adlandırılmalı, köylerde ‘köy meclisi’, mahallelerde ‘mahalle meclisi
kurulmalıdır.”[20] Görüldüğü gibi zaman ve
mekâna uyum tamamen sağlanmıştır.
Şimdi gelelim mimarlar Odası’nın gündemine. İlk meslek yasa taslağı bir
kırmızı kitaptı. İzmir kaynaklı bu taslak, sanırım 1985 veya 1986 tarihliydi ve
o sıralarda çok tepki görmüştü[21].
Özellikle mimarlara müteahhitlik, ticaret gibi meslek dışı faaliyetleri
yasakladığı için. Bu taslak -ya da çerçeve öneri- ile sonraki taslaklarda tepki
gören konuların diğer en önemlileri mesleğe kabul koşulları ile kamu ve özel
sektörde ücretli çalışan meslektaşlara getirilen kısıtlamalardır.
Ama bence konunun özü ve daha birinci taslaktan başlayarak, meslek yasası
ile ilgili tüm tasarıların ortak özelliği, Mimarlar Odası’nın yeniden
yapılanmasını önermeleridir. Bu yeniden yapılanmanın amaç özellikleri
şunlardır:
- TMMOB’den kopuş,
- Meslek temelinde
yeniden örgütlenme
Amaç özellikler olarak saptadığım bu iki şıkkı, az sonra, içeriğine girerek
incelemeye çalışacağım. Bu noktada şunu belirtmek gerekiyor: Meslek yasası Oda
gündemini ciddi olarak 90’lı yıllarda işgal etmiştir. Oysa, 80’li yıllar,
meslek yasası inşasının arsa seçiminin yapıldığı, hatta temel kazısının
gerçekleştirildiği yıllar olmuştur.
Yeniden yapılanma çerçevesinde alınan bir bölük karar ve açıklanan sayısız deklarasyonu
arsa seçimi için gösterilen çabalar olarak değerlendirirsek, Oda
Yönetmeliklerinde 1987’den bu yana yapılan değişiklikleri de temel kazısı
olarak değerlendirebiliriz. Bakınız Şükrü Kocagöz Mimarlık Dergisi’ndeki bir
yazısında ne diyor: “...bir anlamda Nevşehir, Bursa ile başlayan bir sürecin
tamamlanması oldu ve Oda, bana göre, TMMOB rayından makasın açılması ile kendi
rayına geçti.” Aynı yazısında Şükrü Kocagöz “Bursa’da Engin Omacan
başkanlığındaki Yönetim Kurulu’nun formüle ettiği ve o günkü tabanın güçlü bir
muhalefete karşın desteklediği ‘yatay örgütlenme’ modeli yönetmeliklere
geçmişti. Bu model epey sancılı kabul edilmişti o zaman, Kimileri yeterince
tartışılmadığı için, kimileri barolar kadar özerklik olmadığı için, bazıları da
(Yavuz Önen’in Elektrik Mühendisleri Odası’nın yayın organında yayımlanan bir
yazısı örneği) ‘adem-i merkeziyetçiliği’ affedilmez bir günah saydıkları için
karşı çıkıyorlardı. Küçük bir azınlığın karşı çıkışı da bu maddenin (maddenin
değil, modelin olacak. Sanırım bir dizgi hatası – FS) ‘metropol devrimciliğini
yok edeceği’ gerekçesi ileydi.”, diyor ve parantez içinde ekliyor: “Bunu hiçbir
zaman anlayamamışımdır”[22].
Modelin yerleştirilmesi oldukça çetin bir süreci gerektirmektedir. Merih
Karaaslan, meslek yasasına ulaşma ve Odanın yeniden örgütlenmesi çabalarını,
“Uzun İnce Bir Yol” olarak tanımlıyor. Bu yolda adım adım ilerlenecek ve “ ...
Türkiye Mimarları ... gerekli sonuçlara ulaşacaklardır” diyor[23].
Oda Yönetmeliği Bursa’dan sonra Muğla’da da değiştirilir. Diğer yönetmeliklerimizde de değişiklikler
yapılır. Her genel kurul, yeni bir olağanüstü genel kurul gerektirir. Yeni
yönetmelikler, yeni şartnameler oluşturulur. Oda’nın tüm yapısı, meslek
yasasına doğru ilerlerken uzman bir hukukçunun bile altından zor kalkacağı
hacimde ve karmaşıklıkta bir Mimarlar Odası mevzuatı oluşur.
Ancak bu büyük bir sıkıntıdır. Engin Timurcan, daha 1994 yılı başlarında,
henüz Denetleme Kurulu üyeliğinden istifa etmeden önce, bu sıkıntıyı başka bir
açıdan dile getiriyor: “...yönetmelikler .... önceleri TMMOB Genel Kurulu’ndan
geçirildikten sonra Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe sokulmuş, giderek
sadece Genel Kurul’dan geçirilmiş, hatta Yönetim Kurulu Kararı ile
hazırlanmıştır. Ayrıca aynı kolaycılık Odalara da yansımış, aynı yöntemi
izlemişler. Böylece Mimarlar Odası’nda da çok sayıda yönetmelikler ortaya
çıkmıştır.” Yani Engin Timurcan, bir anlamda, yönetmeliklerimizin yasal
prosedürü tamamlamadığı için geçersiz olduğunu söylüyor ve ekliyor: “Bu
yönetmeliklerin sanıldığı kadar sorunları çözdüğüne Oda Yönetim Kurulu da
inanmıyor ki, son iki ya da üç yıldır bütün bu yönetmeliklere alternatif
taslaklar tartışılmış ve yeni meslek yasası çalışmaları başlatılmıştır. Şu ana
kadar bu konuda bir gelişmenin sağlanamadığı da bir gerçek. Çünkü hâlâ mevcut
yönetmelikleri tadil etmekle uğraşıyoruz. Burada dikkat edilecek husus,
yönetmeliklerin mevcut yasalarla çelişmemesidir.”[24]
Adana 1. İdare Mahkemesinin, 1993’teki
SMBT Yönetmeliğimizin 06.03 maddesi ile ilgili olarak aldığı yürütmeyi durdurma
kararı, Engin Timurcan’ın kaygılarında haklı olduğunu ortaya koyuyor[25].
Ancak Engin Timurcan, dürüstçe, asıl TMMOB Kanunu’nu kastediyor. O hâlâ,
eski ideolojiyi savunuyor: “Kuruluş amaçlarında yer alan sözlerdeki
güzelliklere sahip olabilmek için gelirinizin %85’ini oluşturan aidat ve
harçları ödemekteyiz” diyor[26].
Oysa artık kuruluş amaçları geçerliliğini yitirmiştir, oysa 1987’den bu yana
Oda iç hukukundaki tüm düzenlemeler, meslek yasası ile beklenen dönüşümü
içerir. Çünkü meslek yasası, çok zor çıkacaktır. ‘Örgütsel mutabakat’
beklenmektedir. Bu sağlansa bile, bir yasa sorunudur. Hükümetin ikna edilmesi
gerekmektedir. T.B.M.M.’den geçmesi gerekmektedir.
Kaldı ki, örgütsel mutabakat bir türlü sağlanamayacaktır. Çünkü, tam da bu
noktaya gelinmişken, Ankara Şubesi seçimlerinde, yasaya muhalif olduğunu daha
seçim bildirgesinde açıklayan ve içinde 1984’te Nurdoğan Özkaya’nın
“tabansızlar” olarak nitelediği meslektaşların da bulunduğu bir anlayış
yönetime gelmiştir. Ankara Şubesi delegeleri, meslek yasası çerçevesinde,
örgütsel mutabakata yanaşmayacaktır. Bu örgütsel mutabakatın ne anlama
geldiğini sorgulamayı şimdilik bir yana bırakıyorum. Ama bunu sağlayacak
mekanizmaları geliştirmek gerekiyordu ki, Yönetmeliğin 9. Maddesi değişikliği,
1994 Merkez Genel Kurulu’ndan itibaren gündeme geldi. Eğer meslek yasası
üzerinde mutabakat yaklaşık 1000 kişilik bir genel kurulda sağlanamıyorsa,
örneğin 250 kişilik bir genel kurulda sağlanabilirdi. Hele ortaya konulan ilk
seçenekte bu 250 kişilik genel kurulun yarısından fazlası doğal delegelerden
oluşuyordu ki, bu durumda, Ankara Şubesi dışındaki yöneticilerin oyları dahi,
bu mutabakatı sağlamaya neredeyse yetiyordu. Üstelik, böyle bir genel kurul
kompozisyonu, son alternatifte doğal delegeliğe sınırlama teorik olarak getirilmişse
de, yeniden yapılanmada atılan adımları hızlandıracaktır.
Şükrü Kocagöz’ü yukarıda bahsettiğim açıklamasındaki samimiyet için
kutlamayı buraya bıraktım. Çünkü aynı kutlamayı Arif Şentek ve Salih Zeki Pekin
de hak ediyorlar. Şentek, “Bugünkü yapısı ve delege sayısı ile Oda Genel
Kurulları, ancak genel görüşmelerin yapılabildiği ve seçimlere yönelik
işlevlerin ağırlık taşıdığı etkinlikler olmaktadır. Nevşehir’de, Genel
Kurulların özellikle örgüt içi yasama işlevinin gerektirdiği ayrıntılı kararlar
üretmesinin çok güç olduğu bir kez daha görülmüştür.... “Oda Meclisi”
işlevlerinin sağlıklı, sürekli, üretken ve tüm örgütün eğilimlerini
değerlendirerek yerine getirmesini sağlayacak bir değişiklik, yaşamsal önem
taşımaktadır” diyor[27].
Bu daraltmanın gerçekleşeceği de kuşkuludur. Şentek, “Eğer önümüzdeki
Olağan Genel Kurul’da bu doğrultuda bir yönetmelik değişikliği yapma olanağı
bulunsa dahi, bu değişiklik büyük bir olasılıkla 2 yıl sonra
uygulanabilecektir” diyor[28].
Bu nedenle diğer girişimlerden kaçınılmayacaktır. Salih Zeki Pekin, Cumhuriyet
Gazetesi’nin imar yetki ve denetimi üzerine bir söyleşisinde, meslek yasası
çalışmaları hakkında bir soruya yanıt verirken ”... bunun yasalaşacağından pek
emin değiliz. Sabırlıyız, bekleyeceğiz. Türkiye’de kanunların çıkış şekli de
çok ilginç. Hiç ummadığınız bir kanun bir gece yarısı iki milletvekilinin
verdiği önergeyle çıkıveriyor. Belki umudu buna bağlamak lazım”, diyor[29].
Böyle bir girişim Mimarlık Haberler’in 22. Sayısında duyuruluyor. “30 Kasım
1992 Cuma günü, Mimarlar Odası Genel Başkanı Nurdoğan Özkaya, Türkiye Büyük
Millet Meclisi Başkanı Hüsamettin Cindoruk ile bir görüşme yaptı. ... görüşme,
Mimarlar Odası’nın yeni bir yasal düzenleme için düşündüğü gerek ve
gerekçelerin açıklanması ile sürdü... Cindoruk, mimarların üzerinde mutabakat
sağladığı bir Mimarlık Yasa Taslağı’nın Oda tarafından Meclis’e sunulması
halinde kabul edilmesi için elinden gelen yardımı yapacağını ifade ederek şöyle
dedi: Sizler, kitle örgütleri,... demokrasinin kilit taşlarısınız. Ben yasanın
geçirilmesi konusunu kendi işim gibi takip ederim. Ancak ... tasarıyı öncelikle
hükümetten geçirmeniz daha doğru olur.... Ben sizin gibi sanat kuruluşlarının
tümünü destekliyorum. Kim örgütlenmek istiyorsa yasasını hazırlasın gelsin...”[30]
12.12.1993 tarihli, Nurdoğan Özkaya’nın imzasını taşıyan ve Mimarlar Odası
Şubelerine gönderilen bir yazı, artık Mimarlar Odası Yönetiminin sabrının
kalmadığını göstermektedir. Bu yazıda TMMOB Danışma Kurulu’na götürülecek MO
görüşlerinden biri olarak “MO’nın bağımsız olarak yeniden yapılanmasına olanak
sağlayacak bir yasa hazırlanması yönündeki 2., 3., ve 4. ilke kararlarının net
olarak duyurulması”nın görüşüleceği ve eğilim belirleneceği açıklanmaktadır[31].
11 Ocak 1993 günü, TMMOB ve bağlı Odaların yöneticileri Başbakan Süleyman
Demirel’i ziyaret ederler. Akşam yemeğinde Nurdoğan Özkaya, henüz mimarlar
üzerinde mutabakat sağlayamamış olsa da, Cindoruğun tavsiyesi üzerine olacak,
Mimarlığa Dair Kanun’un tüm dokümanlarını Demirel’e sunar[32].
Çeşitli ölçekte girişimler yapılmıştır. Meslek yasasından artık
Karayalçın’ın, Fikri Sağlar’ın ve hatta Azimet Köylüoğlu’nun haberi vardır.
Öyle ki, Salih Zeki Pekin’in umudu, biçim değiştirerek, az kalsın
gerçekleşecekti: Sivas Milletvekili Azimet Köylüoğlu “Mühendislik ve Mimarlık
Hakkında Kanun” ile “TMMOB Kanunu’nda değişiklik” tekliflerini hazırlar ve 4
arkadaşı ile birlikte imzalayarak TBMM’ne sunar. Tekliflerde özet olarak, TMMOB
Genel Kurulu yerine 100 kişilik Birlik Meclisi’nin, Oda organlarına Oda
Meclisinin eklendiğini, mimar ve mühendislerin mesleği uygulayabilmek için,
ilgili meslek odalarına kabul edilmiş ve mesleği uygulama yetki belgesi almış
olmaları koşulunun getirildiğini, kamuda çalışan mühendis ve mimarların göz ardı
edilerek sadece serbest çalışan meslektaşları öznesine alan bir örgüt modeli
önerildiğini görüyoruz[33].
Yeri gelmişken, Odamızın ‘örgütsel mutabakat’ sağlanmamış hayati konularda
‘merkezi idare’ nezdinde yapılan girişimlerin çok tehlikeli olabileceğini
belirtmek isterim. Buna bir örnek özelleştirme yasası’dır. Ankara Şubesinin bir
kurul toplantısında Orol Ataman “... Biliyorsunuz birkaç gün önce özelleştirme
yasası TBMM’nden geçti. Bu özelleştirme yasasının geçme prosedüründe Odamızla
ilgili Odamızın görüşünün alınmasını öngören bir prosedür geçirttirdik...”,
demiş, girişimin oldukça iyi niyetli gerekçelerini açıklamış ve eklemişti: “...
önümüzdeki birkaç yıllık gündemde çok belirleyici rolü olacaktır Mimarlar
Odası’nın bu işlevinin. Doğrusu birtakım şimşekleri üzerimize çekecektir. Çünkü
yeterli çalışma yapılamamış olması nedeniyle mesela buna Şehir Plancıları
Odası, İnşaat Mühendisleri Odası gibi başka kuruluşlar yasanın bu maddesine
giremediler. Doğrusu biz kendi Odamızı sokarken aslında bunun biraz daha
tekamül etmesi için o tür kuruluşları sokmayı istedik ama olamadı.”
Bu açıklama üzerine Ankara Şubesi, MO Genel Merkezi ile Oda Birimlerine
yazdığı yazıda duyduğu kaygıyı dile getirdi. MO Merkez Yönetim Kurulu da,
sıradaki ilk toplantısında, bu yükten nasıl kurtulunacağı konusunda çare aradı[34].
Bu tür girişimleri ve hariçten katkı koyanları bir yana bırakarak, meslek
yasasının yasalaşmasının çok güç gerçekleşecek bir umut olarak kaldığını
söyleyebiliriz.
Ancak yasanın içeriğinin, yani yasa isteminin altında yatanın, yani yasanın
mantığının, bugünkü tartışmamızın esasını oluşturması nedeniyle, irdelenmesi
gerekiyor.
Neden TMMOB’den kopuş öngörülüyor? Umut İnan[35],
Salih Zeki Pekin[36] ve diğer –Ankara Şubesi
üyeleri dışındaki- tüm yasa yanlıları son derece net, dürüstçe yanıt
veriyorlar: TMMOB, temel mesleklerin bir uzmanlık düzeyine indirgenerek
mesleğin ikinci plana itildiği toplu bir dayanışma örgütüdür, diyorlar.
TMMOB’nin kuruluş amacı, bugün mesleki uygulamalarımızda ve örgütlenmemizde
yaşanan çelişkili durumu yaratan temel çelişkiyi yaratıyor, diyorlar. Nedir bu
çelişki? Verdikleri yanıt şudur: Hem “üyelerin yarar ve çıkarlarını savunmak”
amacı (bu sendikal bir düzen gerektirmektedir) hem de “mesleğin kamu yararına
uygulanmasını geliştirip denetlemek” amacı, (yani halkın hizmetine sunulan
mesleklerin kapsam ve görevlerinin kamu yararına güvence altına alınmasını
sağlayan bir meslek kurumu gerektiriyor) birbiriyle çelişmektedir.
Bu çelişme konusuna değinmeden önce, Ankaralı yasa yanlılarını ve TMMOB’den
ayrılma isteklerini kınıyorum. Dürüst olmadıkları için. İzmir Şubesi kayıtlı
meslektaşlarımızdan bazıları, ta 1981’den itibaren, bu özlemi açık bir şekilde
-yazılı olsun, sözlü olsun- dile getirdikleri halde, Ankaralı meslektaşlarımız,
1994 yılı başında hazırladıkları Ankara Şubesi Genel kuruluna yönelik seçim
bildirgelerinde bunu inkâr ediyorlar. Mimarlar Odası ile TMMOB arasında
sürtüşme olduğu doğrudur. Bu sürtüşme TMMOB örgütlülüğü ile ilgili değildir.
TMMOB’nin “Oda’ların tüzel kişiliği yoktur...” iddiası ile ilgilidir, diyorlar[37].
Oysa sürtüşme, gözlenemeyecek kadar berrak bir şekilde, TMMOB örgütlülüğü
ile ilgilidir. Doğrudur, TMMOB, Yavuz Önen’in de talihsiz bir şekilde altına
imza attığı, yine talihsiz bir iddiada bulunmuş ve o dönemde konu mahkemeye
kadar uzanan bir tartışma açmıştır. Ama, işin özü TMMOB örgütlülüğüdür. Salih
Zeki Pekin, “Meslek odaları, Türkiye’de tam yerine oturmamış kurumlar yapısına
sahiptir. Bir yandan kamu yararına hareket edeceksiniz, bir yandan da üyenin
çıkarını koruyacaksınız. Tam birbirine zıt iki kavram. Mimarlar Odası gibi bir
kurum, bir yandan toplum çıkarına çalışırken bir yandan da üyesine, yani
mimarlara diyecektir ki ‘Yaptığın iş topluma yararlı olsun, insanlar senin
yaptığın işten zarar görmesinler.’ Ama bir yandan da mimarı arkasına alıp onun
çıkarını koruyacaktır. Böyle bir kurum yapısı çelişkilidir...”, diyor[38].
İki paragraf önce sözünü ettiğim tezini ve diğerlerinin tezlerini kamuoyu
nezdinde böyle açıklıyor.
Burada şu saptamayı yapalım: Birbirine zıt iki kavram, gerçekten, TMMOB’nin
kuruluş amacında, TMMOB Yasası’nda yer almaktadır. Yasada kastedilen de, aynen
bu zıtlığı iddia edenlerin söylediklerini teyit eder gibidir. Ancak, Amerika
yeniden mi keşfediliyor, önümüze yeni ufuklar mı açılıyor? Hayır. Bu zıtlığı,
ta 1950’lerden bu yana, yalnız mimarlar değil, mühendisler de, avukatlar da,
tabipler de bilmektedir[39].
TMMOB Yasası, dönemin koşullarında, sonraki düzenlemelerle perçinlenerek,
merkezi idareye, adeta bir yardımcı organ, bir uzmanlık danışma organı gibi bir
örgüt önerdiği için, kamu yararından söz eder. Bir yandan hükümete-merkezi
idareye danışmanlık yapacak, yardımcı organ olarak çalışacaksınız ve böylece
kamu yararına bir örgüt olacaksınız, diğer yandan hükümete-merkezi idareye
karşı üyelerinizin ve onların mesleğinin hak ve çıkarlarını savunacak,
koruyacaksınız. Bu bir çelişkidir.
TMMOB yasası’ndaki bu çelişki, cesur, yürekli, demokrat ve yurtsever
Türkiye mimar ve mühendislerince, ‘kamu yararı’ = ‘halkın yararı’ olarak
yorumlanmış ve fiilen aşılmıştır. Avukatlar, tabipler de aynı övgüyü fazlasıyla
hak etmişlerdir.
Ama daha dikkatle incelersek, Salih Zeki Pekin’in kastettiği çelişkinin bu
iki kavram arasındaki zıtlık, çelişki olmadığını anlarız. Kastedilen çelişki
‘üyenin çıkarı’ ile ‘mesleğin’ çıkarı arasındaki çelişkidir.
İşte bu, başından beri anlatmaya çalıştığım gibi, konjonktüre uygun düşen
bir iddiadır. İşte bu, TMMOB’nin mesleğin değil, üyenin çıkarını koruyacak bir
örgütlenme olduğunu savunan ve bu nedenle TMMOB’den ayrılmayı öngören bir
iddiadır. İşte bu, II. Miladın yeşerttiği yeni ideolojinin yalnız mimarlar
arasında değil, diğer meslek gruplarında da yükselen ürünü, meslekçi bir
iddiadır. Meslekle o mesleği icra edeni birbirinden koparan, halkla
yaşananlarla, yaşamın gerçekliğiyle olan bağlarını kesip ‘kamu yararı’ adı
altında merkezi idare ile bütünleşmesini öngören bir iddiadır. Üye çıkarını
reddeden, bu nedenle TMMOB gibi bir ‘kitle örgütü’nü, ‘demokratik baskı grubu’
örgütlenmesini gereksiz, hatta mesleğe zararlı gören bir iddiadır.
Meslek temelinde örgütlenme ve bunun taslak modeli, yeni ekonominin eski
ideolojiyi çözme, ayrıştırma ve eski modeli kendi yapısına uygun olarak ve
kompartmanlara ayırarak dağıtma ve yeni ideolojiyi böylece yerleştirme ve
muhalefet örgütlenmelerinin sesini olduğu yerde boğma amacına ve modeline
tıpatıp uymaktadır. Aynen hükümet programında ve TÜSİAD Raporlarında
belirtildiği gibi, yerel sorunların yerinde çözülmesine çalışılacaktır. Üye
çıkarları, dolayısıyla üye sorunları da artık kale alınmayacağına göre, ‘il
meclisleri’ ile Mimarlar Odasının şube meclisleri’ , bir araya gelirler,
sürdürülebilir bir gelecek için bağımlılık bildirgesi ve tasarım özgürlüğü
çerçevesinde pekala uyumlu bir performansla çözümler üretebilirler. Üstelik bu
çözüm üretiminde son derece demokratik bir modele oturmuşlardır: Yerel koşullar
ve olanaklar elverdiği ölçüde, merkezi idare’ye danışmadan, yatay örgütlenmenin
temsili-katılımcı doruğunda ve şeffaf bir şekilde, yerel sorunlara yerel
çözümler üretebilirler. Bir çatışmaya yol açılmamak üzere, yerel kuralları
belirlerler. Zaten niye çatışsınlar ki? Artık mimarlar Odası’nın, üyelerinin
özlük hakları, demokrasi mücadelesi, ücretli çalışan mimarların sorunları,
işyeri çalışma koşulları gibi gündemleri yoktur. Ayhan Çelik, Kenan Güvenç ve
Murat Uluğ, “1980’li yıllar kaotik sayılabilecek bir çokluğun
‘farklılıklarının’ politik şoklarla ıslah edilerek bir örnekleştirildiği
zamanlar olarak toplum tarihine geçmiştir”, diyorlar, “Artık akademisyenler,
elitistler, yarışmacılar, hatta piyasacılar yoktur. Bütün bu kategorik
ayrımlar, ‘iş yapan’ mimar grubunca emilmiştir. Serbest Mimar ve ideolojisi,
icra ve örgütlenmenin merkezine gelip oturmuştur.”[40]
diyorlar.
1981’den beri de bunun, tıpkı sporcuların ısınma hareketleri yaptıkları
gibi, pratikleri yapılmıyor muydu? Kimi birimler antetli kağıtlarından ‘TMMOB’
başlığını atar, kimi birimler birbirlerine ‘il odalarında buluşmak üzere’
tebrikler gönderir, kimi birimler kayıtlı üyelerinden başka mimarların kendi
bölgelerinde iş almalarını ‘kanunen yasakladığını’ yerel idarelere bildirir[41],
kim birimler kendilerinden habersiz kendi bölgelerine gezi düzenleyen birimlere
küser ve yönetmeliklerde değişiklikler yapılır, yeni yönetmelikler yazılır,
şartnameler hazırlanır...
İşte Nevşehir Genel Kurulu’nun değerlendiremediği, değerlendirmekten
kaçındığı gerçekler, bunlardır. Yeni meslek düzeninin 9,5 ilkesinin üzerine
oturduğu ‘umutsuzluk çağının sahte ideolojisinin’[42]
içeriği, UIA Genel Kurulu’nda da, Nevşehir Genel Kurulu’nda da, Raşit
Gökçeli’nin ‘ortak süreç’inde de, Demokrasi İçin Mimarlar Platformu’nda da
ıskalanmış, II. Miladın bütün dünyayı teslim aldığının belgelerinden biri[43]
olarak, ülkelerin meydanlarında anıt-yazıtlaştırılmış[44]
olan “sürdürülebilir kalkınma”, toplumsal ilişkileri tümden göz ardı eden,
somut gerçeklikleri görmeyen bir “tasarım özgürlüğü” hayaliyle bütünleşmiştir.
Bu noktada, Yücel Gürsel ile fikir birliği içinde olmadığım ortaya çıkıyor.
Gürsel, elimizdeki meslek yasası tasarısını reddinin en önemli gerekçelerinden
biri olarak, “yasa önerisi ... UIA’nın ‘sürdürülebilir bir gelecek için
bağımlılık bildirisi’ne ve Olağanüstü Nevşehir Genel Kurulu Yeni Mimarlık
Meslek Düzeni İlkelerine önemli ölçüde uygun olmadığı için reddedilmelidir.”[45]
diyor. Nevşehir ilkeleri’ne uygun olmama tesbiti doğru olabilir ve gerçekten,
bu meslek yasası tasarısı ve onun öncül ekleri olan tüm yönetmelik ve
şartnameler, reddedilmelidir.
Ancak “sürdürülebilir kalkınma” ve onun ardılları olan ‘sürdürülebilir’
gelecek, tasarım, vb. kavramlar, son derece tartışmalı kavramlardır. Uğur
Tanyeli “...sözlükler ‘sustainable’ın karşısında ‘sürdürülebilir’ yazıyordu; bu
sayede mimarlık jargonumuz yeni bir kavram kazandı. UIA’nın Chicago’daki 1993
yılı kongresinin sonuç bildirgesiyse muhtaç olunan sözde-demokratik meşruiyet
zeminini hazırlayacaktı: Karşımızda dünya ölçüsünde onay derlemiş sanısı
uyandıran ve mimarlara ciddi toplumsal sorumluluklar yüklermiş gibi gözüken bir
düşünsel formülasyon vardı; o halde, her mimar bu bildirgenin altına gönül
huzuruyla imzasını atabilirdi. İmzaların kolay atılabildiği bir ülkede bu
kadarının yettiği anlaşılıyor.” [46]
diyor.
Tanyeli, Nevşehir İlke Kararları’na ilişkin bu sorgulamaya girişmekle çok
iyi bir iş yapmıştır. Çünkü Türkiye azgelişmiş, ya da günün yumuşatılmış
deyimiyle, gelişmekte olan bir ülkedir ve bu anlamda sanayileşmiş (gelişmiş)
kuzey ülkeleri ile sanayileşememiş (gelişmekte olan) güney ülkeleri arasındaki
ikilemde, güney’in saflarında yer almaktadır. Sürdürülebilir kalkınmanın ise,
kuzey’le güney arasındaki tarihi uzlaşmanın ya da bir teslimiyet belgesinin
tarihi-doğal-kentsel çevre duyarlığımızı sömüren bir ekolojik formülasyonu olup
olmadığını değerlendirmek gerekir.
Bu ‘formülasyon’un ilk olarak 1970’lerde, Volkswagen, Rockefeller, Ford,
Fiat gibi büyük sermaye kuruluşlarının finanse ettiği Roma Kulübü tarafından
ortaya atıldığını belirtmek gerekiyor[47].
Kulübe sunulan bir rapor[48],
“mevcut ekonomik büyüme eğiliminin aynen sürmesi halinde, insanlığın varlığını
sürdürmesini sağlayabilecek maddi koşulları 2100’de tamamen yitireceğini, bu
nedenle doğal kaynakların kullanımının ve nüfus artışının kesinlikle
kısıtlanarak denetim altına alınması gerektiğini ....” belirtiyordu[49].
Bu raporda dünya ‘tek bir sistem olarak’ algılanmakta, doğal kaynakların
sınırlı olduğu kesin olarak kabul edilmekte, çevresel krizlerin önlenebilmesi
için büyümenin yavaşlatılması gerektiği belirtilmektedir. Azgelişmiş ülkelerde,
eğer, batı -yani kuzey- benzeri bir büyüme görülürse dünya bunu
kaldıramayacaktır: Çevresel krize girmeyi engellemenin tek yolu, azgelişmiş
dünyanın kalkınma mitinden vazgeçmesidir[50].
Rana A. Aslanoğlu, çevre sorunlarının çerçevesini, azgelişmiş ülkelerde
“yoksulluk, açlık, nüfus artışı, dengesiz toprak dağılımı, doğal kaynakların
tüketimi” olarak, gelişmiş ülkelerde ise “endüstriyel kirlenme, katı
atıklardaki artış, sınırsız tüketim” olarak çiziyor. Yazısında sürdürülebilir
kalkınmanın “gelişmiş ülkeler açısından bakıldığında... gelecek kuşakların
gereksinimlerini göz önüne alan, kaynakların sınırlılığını gözeten, çevreye
duyarlı kalkınma olarak değerlendirildiği.... azgelişmiş ülkelerde ise çevre
sorunlarının yoksulluk kaynaklı olduğu... sorunların; azgelişmiş ülkeleri
gelişmiş ülkelerin refah düzeyine çıkartacak kalkınma hedefleriyle çözümlenebileceği
....(bunun) ekolojik sürdürebilirlik ilkesiyle çeliştiği.... Pazar koşullarının
sürmesi(nin), dünyanın tek bir ekolojik sistem olarak değerlendirilmesini
imkansızlaştırdığı(nı)...” belirtiyor. “Azgelişmiş ülkelerde kalkınma ve doğal
kaynaklar arasındaki paradoks belirgin olarak sürmektedir” diyor, “Bu çerçevede
sürdürülebilir kalkınmaya yönelik azgelişmiş ülke kaynaklı eleştirilerin
arttığını” belirtiyor. “Ayrıca sürdürülebilir kalkınma Meksika’da toplanan
Latin Amerika temsilcileri tarafından sanayileşmiş ülkelerin kültürel ve
ekonomik perspektiflerini yansıttığı için eleştirilmiştir.” diyor, “... Sürdürülebilir
kalkınma kavramı içinde dünyaya ekolojik bir bütünlük olarak bakılmaktadır. Ne
var ki ülkelerin refahının, kültürel ve tüketim tercihlerinin sürebildiğince
sürmesine bir ortam yaratılmasına yaradığı görülmektedir.” diyor[51].
Rio Konferansını değerlendiren Fikret Başkaya da, aynı yönde endişelidir.
“Sanayileşmiş ülkeler azgelişmiş ülkeleri çok üremekle, dünya kaynaklarını
tüketmekle suçluyorlar. Söz konusu ülkenin yöneticilerini de çürümüşlük ve
israfçılıkla suçluyorlar. Aslında bu çürümüşlükte emperyalist ülkelerin
sorumluluk payını hatırlamamak olmaz... Onların çürümüş yöneticilere ihtiyacı
vardır. Aslında hızlı nüfus artışından söz konusu ülkeleri suçlamadan önce, bu
artışın nedenlerinin tartışılması gerekir. ... Eğer nüfus artışında bir dengesizlik
varsa, bu başka dengesizliklerin sonucu değil midir? Dolayısıyla uluslararası
temel dengesizlikleri göz ardı ederek soruna yaklaşmak, insanlığın içine
sürüklendiği olumsuz gidişe bir ‘günah keçisi’ aramaktır... Bugün dünya
nüfusunun yaklaşık beşte dördünü (%79’unu) oluşturan azgelişmiş ülkeler, dünya
gelirinin sadece %15’ini alırken, yoksulları suçlamanın hiçbir inandırıcılığı
yoktur... Tüketim mallarının %85’i zenginler tarafından gerçekleştiriliyor ve
enerjinin de %75’ini onlar kullanıyorlar” diyor ve bugünkü kalkınmanın
sürdürülemez bir kalkınma olduğunu belirtiyor[52].
Sürdürülebilir kalkınma kavramı bu kadar tartışmalıyken, sürdürülebilir
tasarım kavramı da aynı tartışma kapsamında ele alınmalı, irdelenmeliydi[53].
Uğur Tanyeli’nin değerlendirmesi ve verdiği örnek, oldukça can acıtıyor. “...
bazı batı ülkelerinde çevre dostu mimarlık alanına yapılan yatırımlar doğrudan
doğruya bu aldatıcı yeşilleşmenin ürünleri olmuşlardır. Örneğin, olabildiğince
az enerji tüketen ‘kendine yeterli’ büro binaları yaptırtma yönündeki medyatik
eğilim böyledir. Yapımlarında en yüksek endüstriyel tekniklerin kullanıldığı bu
yapılar, sözgelimi, güneş enerjisiyle ısıtılıyor ve fosil yakıtların
kullanımını ya hiç ya da pek az gerektiriyorlar. Ancak, kolayca aldatılabilen
kamuoyu bu tür yapıları inşa etmek için gerekli malzemenin hiç de yeşilci
olmayan tekniklerle üretildiğini doğal olarak bilmiyor... ekonomik mekanizmalar
da yeşilci bir mimarlığın üzerinde temellenebileceği düşünsel altyapıyı daha
başlangıçta yıkıyorlar. NMB Bank’ın Amsterdam’daki genel merkezi bunun çarpıcı
bir örneği. Hollanda’nın üç büyük bankasından biri olan kuruluş, kendi
çalışanlarını örgütleyerek, günün modası katılımcı-demokratik bir yönelimle
50.000 metrekarelik büro alanıyla 28.000 metrekarelik kapalı otoparkı içeren
dev bir yapı gerçekleştirdi. Yapı, medyada çevre dostu diye nitelenip
alkışlanan enerji tasarrufuna ilişkin tüm ‘trük’lere sahip, sürdürülebilir bir
geleceğin gerçek bir müjdecisi. Ne var ki, bu çok şık görüntünün ardında
bankanın portföyünün oluşturduğu hiç de çevreci olmayan ‘gerçek’ var. Şu
dünyayı kirletip geleceği körleten sanayileri, petrol ve madencilik
girişimlerini ve çevre bağlamında hiç de sürdürülebilirlik ölçütüyle uzlaşmayan
sektörleri kim finanse ediyor dersiniz? En çevre düşmanı mimarın bile bunda
rolü yok; ama Amsterdam’ın banliyösünü kirletmekten özenle kaçınan ‘yeşil’
banka hepsinin merkezinde oturuyor.”[54]
İşte sürdürülebilir tasarım ve tasarım özgürlüğü!
Ne yazık ki, tartışmalarına rahatsızlığım nedeniyle katılamadığım Nevşehir
Genel Kurulu, işte bu alternatif görüşlerin değerlendirmelerini yapmamış,
yapamamıştır. Değerlendirmemekte ısrarlı olduğu, şimdi de, görülmektedir.
Doğrusu, ben de, yeni yeni anlamaya çalışıyorum. Ama anlama çabasını,
mesleğimizi, meslektaşımızı, meslek odamızı derinden etkileyecek bir kararlar
silsilesinin eşiğinde, hem de o kararları, o irdeleyip sorgulamadığımız
kavramların üzerine oturttuğumuz halde, niye göstermiyoruz? Yoksa bizler,
kuzeyin mimarları mıyız? Yoksa bizler, onca cefasına, sıkıntısına güçlüklerine
severek katlandığımız, bu sıkıntıların mesleğimizle ilgili olanlarına çareler
aradığımız, çözümler önerdiğimiz, görüşlerimizi dile getirdiğimiz sevgili
ülkemiz Türkiye’nin mimarları değil miyiz? Yoksa bizler, bütün bunları zaten
biliyor da, işimize gelmediği için tartışmaya gerek duymuyor muyuz?
1950’lerden beri süren bir tartışmanın[55],
görülüyor ki, artık doruğunda, sonuçlanma noktasındayız. Bu tartışmanın özü
‘kamu yararı’ anlayışındaki farklılıklardadır. İki seçeneğimiz vardır.
Birincisi, meslek yararı=kamu yararı anlayışıdır ki, buradaki kamudan anlaşılan
devlettir, serbest meslek ve onun ideolojisidir. Üye çıkarı ile çelişmektedir
ve TMMOB’den ayrılmayı gerektirmektedir. İkinci seçenek ise meslek yararı=kamu
yararı anlayışıdır ki, buradaki kamu halktır. Bu seçenekte kamu yararı, üye
çıkarı ile bütünleşmektedir. Artık tercihimizi yapacak durumdayız.
Bir kısım üyeler ve 1994 yılı başından beri Mimarlar Odası Ankara Şubesi,
meslek yasası ve onun öncül-tamamlayıcısı yönetmelik ve şartnamelere karşı
çıkmaktadır. Karşı çıkanlara, zaman zaman sorulmaktadır: ‘Peki sizin
alternatifiniz nedir? Söylediğiniz bazı şeyler doğru. Hatta tümüyle
katıldığımız görüşleriniz de var. Ama, nasıl bir yasa, nasıl bir yönetmelik bu
doğruları karşılayabilir? Öneriniz var mı?’
Alternatif meselesi, MO Ankara Şubesi bünyesinde çok tartışılmıştır. Ancak,
aylardır süren tartışmalarda, şu saptama hep yapılmıştır: Mevcut yasa tasarısı
ve yönetmelik değişikliklerinin anlayışında bir alternatif geliştirmek,
maddeler üzerinde görüş oluşturmak –hatta Ankara Şubesi yararına olabilecek
bazı önerilerde de oportünistçe bir tavrı reddederek- mümkün değildir.
Ancak benim görebildiğim şudur: MO Ankara Şubesi ikinci seçenekten yanadır.
Diğer meslek örgütleri gibi, TMMOB de merkezi idarenin vesayeti altındadır ve
bu nedenle bağımsız bir mesleki politika üretmesi kısıtlıdır. Bu nedenle,
barolar, tabipler birliği vd. İle işbirliği yapılarak, vesayetten kurtulma
yönünde mücadele verilmelidir. Meslek odalarının, mesleki düzenlemelerle ilgili
hak ve yetkileri kazanılmalıdır. Bu odalar, mesleki norm ve standartları
oluşturabilmeli ve bu normlar, eğitim kurumlarının eğitim programlarına da
alınmış olmak üzere, tüm kurumların katkısıyla, koşulsuz uyulacak belgeler
haline getirilmelidir. Varsanız, haydi bu mücadelenin içine girelim. Üye
çıkarının meslek çıkarı ile bütünleştiği, halkın yanında, gerçek anlamıyla
bağımsız, birincil örgütlerin (yani siyasetlerin) kuyruğuna takılmayı reddeden,
bu anlayışla mesleki politikalar üretebilecek bir örgütlenmenin bayrağını hep
birlikte taşıyalım. Bu anlayışla, yalnız TMMOB yasasında değil, mesleğimizle
ilgili tüm yasalarda değişiklikler için mücadele edelim. Yönetmeliklerimizi ve
şartnamelerimizi -yani iç hukukumuzu- bu anlayışa göre topluca ele alalım.
Ama, eğer buna yanaşılmıyorsa, serbest meslek uygulamasının
örgütlenebileceği bir seçeneğe de, Türkiye’nin hukuk düzeni engel değildir.
Esnaf ve sanatkarların örgütlenme tarzı da budur.
Tercih yapılmalı ve artık hem (yalnız mimarlar değil) tüm TMMOB örgütlenmesine
zarar veren hem de global değişim süreçleri, gümrük birliği, işsizlik,
ücretler, telif hakları ve mesleki denetim gibi yüzlerce konuda politika
üretmemizi ertelettiren bu tartışma, artık sona ermelidir. Sona ermeli ve bu
sahte (ideolojisiz) ideolojinin yeni dünyasında, herkes kendi yerini
bulmalıdır.
Teoman Öztürk, bu denemede yer alan pek çok değerlendirmeyi ölmeden önce
gördü ve 1984’te, Genel kurul kürsüsünden, nazikçe uyardı. Dinleyen olmadı.
Bunları okusa, duysa ve görse idi, Rahmetli Dalokay’ın kemikleri sızlardı.
Bakınız ta 1967 yılında, MO Ankara şubesi çalışma raporunda, Vedat Dalokay,
arkadaşları ile birlikte neler yazmış: “İster üç, ister üç bin kişi olalım;
sayının ideal için değeri yoktur. Çünkü ‘cesur bir adam tek başına
çoğunluktur’. Sayımız ne olursa olsun şuna yüzde yüz inanıyoruz ki, mimarlık
topluluğumuz ‘cici şeyler çizen bir sanatçı topluluğu’ niteliğinden çıkıp,
kendine layık olan bağımsız mesleki politika sorumluluğunu idrak etmedikçe,
devlet yöneticilerine kendi varlığını ve vazgeçilmezliğini kabul ettirmedikçe
yurt yönetimine katkıda bulunamayacaktır” diyorlar, “Bütün çabalarımıza rağmen
bizleri çağırmadılar. Başarısızlıklarını gösterdiğimiz zaman bizleri ‘Art
niyetli kimseler, harabelerde tüneyenler’, olarak nitelediler. Gerçek
demokratik düzen içinde çok tabii karşılanacak Odamızın deprem konusundaki
gayret ve tutumu, demokrasiyi yalnız biçimsel yönden gören bazı kişilerin,
hatta Meclis kürsülerinde yaptıkları yalan beyanlarla lekelenmek istendi”
diyorlar ve soruyorlar “Türk Mimarlığı devrimci ve toplumcu niteliğini ne zaman
kazanacak?”[56].
“Mimarlar Odası ... meslek teşekküllerinin içinde onlara öncülük yaparak
demokratik düzen içindeki görevini yüklenmeğe hazırlanmaktadır. Ankara Şubesine
birçok güçlük çıkarılıyor ve iftiralar atılıyorsa bu, her öncünün karşılaştığı
olağan şeylerdir.” Bu alıntı da aynı çalışma raporundan.
II. Miladın İsa’sı Amerika’da Carter, Sovyetler Birliği’nde Gorbaçov,
İngiltere’de Thatcher, Türkiye’de rahmetli Turgut Özal’dı. Mimarlar Odası’nın
İsa’sı ise, Allah uzun ömür versin, Engin Omacan, Aziz Paulus’ü Salih Zeki
Pekin’dir.
[1]Mimarlık, Sayı: 255, TMMOB Mimarlar Odası, Aralık 1993
[2] Bazılarının ‘evrensel doğrular’ vb. Önermelerini hatırlatıyor.
[3] Kamu Kurumu Niteliğinde Meslek Odaları, sendikalar, … , Kamu
Hukukunda Baskı Grupları
başlığı altında yer alır.
[4] Raşit Gökçeli, Demokratik Kitle örgütleri Üzerine ve bir örnek
olay: Mimarlar Odası,
Kıyı, 1987, İstanbul
[5] Server Tanilli, Devlet ve demokrasi, Anayasa Hukukuna Giriş, say,
1982, İstanbul: tanilli, “vesayet”e itiraz ediyor. Baroların bağmsız
olmayışının (bazılarının özerklik iddialarına karşın, Adalet Bakanlığının
denetimi altında olması nedeniyle), yargının bağımsızlığına da gölge
düşürdüğünü belirtiyor.
[6] Ceberrut devlet, son yıllarda, yalnızca medyanın değil,
siyasi liderlerin de söylemlerinde bir deyim olarak yerleşti.
[7] Sanayileşmede Yönetim ve Toplumsal Uzlaşma, Rapor, TÜSİAD,
İstanbul, Nisan 1992, Yayın No. TÜSİAD-T/92, 4-150.
[8] Mimarlığın Geleceği ve Nasıl Bir Mimarlar Odası…, MO İstanbul
Büyükkent Şubesi, Mimarlar’a Mektup, Özel Sayı, İstanbul tartışmaları(2), Kasım
1993.
[9] Kişisel yakıştırmamdır. Maniyerizm (Ana Britannica: Maniyerizm,
Selçuk Batur, Manyerizm diye çevirmiş); Rönesansla Barok arasında, özellikle
İtalya’da etkin olmuş, dönemin sosyal-ekonomik dönüşümlerinin biçimlendirdiği,
sanaatta bir arayış dönemi. Aynı tarzda bir yakıştırmayı MO Ankara Şubesi Haber
Bülteni’nin Eylül 1994 sayısında yayımlanan bir yazımda da yapmıştım; kaotik,
kavram kargaşalarıyla dolu bir dönemi ifade edebilmek için Bkz: Avrupa
Mimarisinin Anahatları, Nikolaus Pevsner, Çev. Selçuk Batur, İTÜ Mimarlık
Fakültesi, 1970. Şimdilerin postmodernism ve dekonstürktivizm tartışmalarına
bir katkı koyan Susannah Hagan (Architectural Review, April 1994), yazısına
“Şizofreninin Dili” başlığını yakıştırmış. Bence denk düşmüş.
[10] En yakınlardan bir örnek, siyah kurdeleli
“radyomu istiyorum” kampanyasıdır. Öncesinde, yasaya karşın, özel radyo ve TV
kanalları açılmış, “korsan” yayına geçmişlerdir. Bu örnekte Süleyman Demirel,
eski ideolojinin temsilcisidir. Korsan yayınlara özel Radyo-TV Yasası çıkana
kadar devletin izin vermeyeceğini belirterek “teslim” olmuştur. Diğer
örnekler, 10 Kasım’da artık yas tutulmaması, Atatürk’ün de hatalarının
olabileceği tarzında söylemler, İstanbul’un ülkenin toplam ekonomisindeki
yerine karşın perişan durumuna ilişkin önermeler, KİT’ler konusunda yapılan
yoğun beyin yıkama kampanyası vb. gibi yüzlercedir.
[11] Gordon Childe, Tarihte Neler Oldu, Odak,
1974, Ankara.
[12] Mimarlık, Sayı: 253, TMMOB Mimarlar
Odası, Temmuz 1993,
[13] Raşit Gökçeli, Demokratik Kitle Örgütleri
Üzerine ve bir örnek olay: Mimarlar Odası, Kıyı, 1987, İstanbul.
[14] Raşit Gökçeli, Ütopya’ya İkinci Apel, Fiziki Planlama ve Mimarlık
Vakfı için Çağrı (1. Taslak), Nisan 1992, ve sonkari tezler.
[15] Yeni meslekçileri değil, 60’lardan itibaren meslek odalarını siyaset
batağıında olmakla suçlayan ve odaların yalnız siyaset yapıp, hiç mesleki
faaliyette bulunmadığıını iddia eden
ve bu nedenle 1982 Anayasasının ve Kanun Hükmünde Kararnamelerin getirdiği
kısıtlamalardan sevinç duyanları kastediyorum.
[16] Mimarlar Odası 1986 Genel Kurulu sırasında Ali Rüzgar ile bir
ayaküstü sohbetimizi anımsıyorum. Aşağı yukarı şöyle demişti: “Sizin hatanız,
bu arkadaşlarımızı aranıza almamanızdır. (bazı isimler vererek) …. Gibi arkadaşların yönetimlerde yararlı olacağını
düşünüyoruz.”
[17] 1986 Kirazlıyayla Toplantısı, Şubelerin Genel Kurullarından sonra
yapıldı. Merkez Yönetim Kurulu artık tamamen saf dışıdır. Ben o sırada Genel Sekreterlik görevinde idim. Oda
Başkanı Osman Sargın ile birlikte, yazılı bir çağrı almadığımız halde, bu
toplantıya katılmaya –izlemek amacıyla- karar verdik. Toplantı deklarasyonu
orada bulunan herkesin imzasına açıldı. İmzamın altına o andaki duygu ve
düşüncelerimi yazmamış olmamın yüzkızarıklığıını ömrüm boyunca taşıyacağım.
[18] DYP-SHP Koalisyon Protokolü, 24 Temmuz
1993, Başbakanlık Basımevi, 1993 Ankara
[19] Başbakanlık Genelgesi 1992/1, 3.1.1992,
T.C. Başbakanlık Personel ve Prensipler Genel Müdürlüğü, Konu: Kamu idaresinde
öncelikle önem verilecek hususlar.
[20] Yerel Yönetimler, Sorunlar ve Çözümler,
Rapor, TÜSİAD, İstanbul, Mayıs 1992, Yayın No: TÜSİAD-T/92, 5-152.
[21] Ne yazık ki bu kitabı şimdi bulamadım. Merih Karaaslan, Mimarlık Dergisi’nin 256. Sayısındaki
“Uzun İnce Bir Yol” başlıklı yazısında bu kitabın 1987 tarihli olduıunu
söylüyor. Ben, 1986 yılı başı veya öncesi olarak anımsıyorum.
[22] Mimarlık, Sayı: 256, TMMOB Mimarlar
Odası, Şubat 1994.
[23] Mimarlık, Sayı: 256, TMMOB Mimarlar
Odası, Şubat 1994. Merih Karaaslan’ın aynı içerikte yazısı için bkz: Mimarlık
Haberler, Sayı: 36, TMMOB Mimarlar Odası Haber Bülteni, 15 Aralık 1993.
[24] Engin Timurcan’ın TMMOB Mimarlar Odası Antalya Şubesi’ne verdiği
dilekçe, 12 Mayıs 1994 tarihle kayıtlı. Bu dilekçe, Mimarlar Odası Genel
Merkezince, 23.6.1994 tarihli önyazı ile, görüş oluşturulmak üzere tüm Oda
Şubelerine gönderilmiştir.
[25] Yürütmeyi durdurma kararı, T.C. Adana 1. İdare Mahkemesi, Esas No:
1993/1183, 8.12.1993. Kararda şöyle deniliyor: TMMOB Mimarlar Odası SMBT ve MD
Yönetmeliğinin 06.03 maddesindeki “ücretli çalışan mimarların asgari
ücretlerini belirlemek görevi, Mimarlar Odası Şube Yönetim Kurullarına
verilmiştir” hükmü açıkça hukuka aykırı olup, yasal dayanağı bulunmamaktadır.”
[26] Engin Timurcan’ın 12 Mayıs
1994 tarihli aynı dilekçesi.
[27] Mimarlık, Sayı: 256, TMMOB Mimarlar Odası, Şubat 1994.
[28] Mimarlık, Sayı: 256, TMMOB Mimarlar Odası, Şubat 1994.
[29] Pazar Konukları, Cumhuriyet Gazetesi, 5 Şubat 1995.
[30] Mimarlık Haberler, Sayı: 22, TMMOB Mimarlar Odası Haber Bülteni, 30
Kasım 1992.
[31] TMMOBMimarlar Odası Genel Merkezinin Şubelere Yazısı, Sayı:
04/987,12.12.1993.
[32] Mimarlık Haberler, Sayı: 25, TMMOB Mimarlar Odası Haber Bülteni, 30
Ocak 1992.
[33] Başbakanlığıın 10.11.1994 gün ve B.02.KKG/103-1482/05201 sayılı
yazısı ve eki Kanun teklifi ve Başbakanlığın 10.11.1994 gün ve
B.02.KKG/103-1505/5356 sayılı yazısı ve eki Kanun teklifi. Yazılar Adalet,
Bayındırlık ve İskan ile Sanayi ve Ticaret Bakanlıklarına gönderilmiş ve
tasarılar hakkında görüş istenmiştir. Yasa teklifleri, Azimet Köylüoğlu Bakan
olmadan once, doğrudan Meclise sunulmuş, Köylüoğlu Bakan olunca Meclis’ten geri
alınarak Hükümet önerisi olabilmesi için Başbakanlığa verilmiştir. Teklifler halen Hükümet gündemindedir.
[34] Bu konuda bkz: MO Ankara Şubesi’nin Oda
Genel Merkezi ve Oda Birimlerine tarihli toplantısında aldığı 4 no. lu karar.
[35] Mimarlık, Sayı: 253, TMMOB Mimarlar
Odası, Temmuz 1993
[36] Mimarlık Haberler, Sayı: 21, TMMOB
Mimarlar Odası Haber Bülteni, 15 Ekim 1992 ve S.Z. Pekin’in diğer yazıları
[37] TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi Genel
Kurulu’na yönelik, Şubat 1994 tarihli, Katılımcı Demokrat Mimarlar bildirgesi.
[38] Pazar Konukları, Cumhuriyet Gazetesi, 5
Şubat 1995.
[39] Server Tanilli, Devlet ve Demokrasi,
Anayasa Hukukuna Giriş, Say, 1982: Tanilli, bu çelişkiyi ve sonraki paragrafta
belirteceğim çelişkiler yumağına değiniyor ve Faruk Erem’in Yargı dergisindeki bazı yazılarını anıyor. Ne yazık ki bu yazıları okuma fırsatı bulamadım.FS
[40] Mimarlık, Sayı: 253, TMMOB Mimarlar Odası, Temmuz 1993.
[41] Bu çok ilginç örnek için bkz; MO Yalova temsilciliği’nin Koruköy
Belediye Başkanlığı’na 4.11.1994 tarih, 94/41 sayılı yazısı: “Yalova’daki Büro
Tescil Belgesi sahibi mimarların listesi aşağıdadır. Bu liste dışındaki
mimarların serbest ticaret yapma ve işyeri açma hakkı yasa ve yönetmeliklere
göre mümkün değildir.” diyor, 15 kişilik bir liste veriyor.
[42] Uğur Tanyeli, Umutsuzluk Çağının Sahte İdeolojisi ya da
“Sürdürülebilir Mimarlık”, Mimarlık, Sayı: 260, TMMOB Mimarlar Odası, Kasım
1994.
[43] 3-4 Haziran 1992’de düzenlenen BM Çevre ve Kalkınma Konferansı (Rio ) sonucunda, ‘Sürdürülebilir Kalkınma’ ve ‘Agenda 21:
Sürdürülebilir kalkınma için Eylem Planı’ tüm ülkelerce imzalandı.
[44] Süleyman Demirel, Hüsamettin Cindoruk, Tansu Çiller…. , Ulusal
Çevre Andını, medyanın büyük tanıtımlarıyla, 5 Haziran 1994 Çevre Gününde
imzaladı: Bu metni imzalakla, ‘sürdürülebilir kalkınma ilkeleri doğrultusunda
hareket edeceklerine’ söz verdiler.
[45] Yücel Gürsel, Mimarlık Yasası Önerisi’nin Eleştirisi, MO Ankara
Şubesi Haber Bülteni, 16-19 Mart Olağanüstü Genel Kurulu’na Doğru, özel Sayı,
14 Mart 1995.
[46] Uğur Tanyeli’nin aynı yazısı; Mimarlık, Sayı: 260, TMMOB Mimarlar
Odası, Kasım 1994.
[47] Yeşiller ve Alternatif Hareket; Sosyalizm ve Toplumsal mücadeleler
Ansiklopedisi, 5.Cilt (1960-1980), Sf.1537, İletişim Yayınları; Ayrıca Rana
A.Aslanoğlu, Sürdürülebilir kalkınmaya eleştirel bakış, Birikim, 57-58,
Ocak-Şubat 1994.
[48] D.H. Meadows v.d., The Limits to Growth; Bu rapora Uğur Tanyeli de,
yukarıda alıntı yaptığım yazısında değiniyor.
[49] Yeşiller ve Alternatif Hareket; Sosyalizm ve Toplumsal mücadeleler
Ansiklopedisi, 5.Cilt(1960-1980), Sf. 1537, İletişim Yayınları.
[50] Rana A. Aslanoğlu, Sürdürülebilir kalkınmaya eleştirel bakış,
Birikim, 57-58, Ocak-Şubat 1994.
[51] Rana A. Aslanoğlu, Sürdürülebilir kalkınmaya eleştirel bakış,
Birikim, 57-58, Ocak-Şubat 1994.
[52] Fikret Başkaya, Rio’dan Sonra veya Sürdürülemez kalkınma: Ne yazık
ki bu yazının elimde ancak bir fotokopisi var, kaynağını bulamadım.
[53] Raşit Gökçeli, bu yönde bir çabayı, bir tezinde gösteriyor. Bkz:
raşit Gökçeleli, Kırsal Med-Kentsel Cezir, Sürdürülebilir kalkınma için
Mimarlık Kavramına Türkiye Özelinde bir yaklaşım denemesi, Haziran 1992. Keşke
Gökçeli , bu çalışmayı, Nevşehir Genel kurulu’ndan sonra yeniden ele alsaydı,
yararlı olurdu.
[54] Uğur Tanyeli’nin aynı yazısı; Mimarlık, Sayı: 260, TMMOB Mimarlar
Odası, Kasım 1994.
[55] TMMOB Danışma Kurulu Toplantısı, 29.9.1956, Tutanaklar ve ekler, bu
konuda iyi fikir veriyor; bkz: 6235 Sayılı TMMOB Kanunu Hakkında Birlik ve Oda
Çalışmaları ve Dökümanlar, TMMOB Makina Mühendisleri Odası Yayınları, No. 3,
1956, Ankara
[56] TMMOB MO Ankara Şubesi XI. Dönem çalışma
raporu, Şube’nin 12. Genel kurulu’nda okundu, 8.1.1967; Yönetim Kurulu Vedat
Dalokay, Cemil Gerçek, Yılmaz İnkaya, Cenap Terzioğlu ve Yaşar Hattatoğlu’ndan
oluşuyordu.