1995, Mimarlar Odası’nın Yeniden Yapılandırılması Kapsamında Bir Eleştirel Değerlendirme

Mimarlar Odası’nın Yeniden Yapılandırılması Kapsamında Bir Eleştirel Değerlendirme

16-19 Mart 1995, TMMOB Mimarlar Odası Olağanüstü Genel Kurulu, Ürgüp

Fatih Söyler


Bu denemeye başladığımda, güç bir işe kalkıştığımı bilerek; özellikle de ne bir ekonomist, ne de bir filozof olmadığım, hatta sosyoloji ve antropoloji ile yakın bir temasta bulunmadığım ve siyasal bilgiler fakültesi ya da hukuk fakültesinde ya da bir üniversitenin sanat tarihi veya şehircilik bölümünde “master” yapıp mesleki unvanımın başına (olmaz ya) ‘yüksek’ yazmadığım için, biri kalkıp ‘senin ne haddine’ dediğinde sıkıntı içine düşeceğimi bilerek, ama yine de, yıllardır beynimi kemiren düşüncelerin doğruluğunu, moda deyimiyle ‘test’ etmeyi, yine yıllar içinde bulunduğum meslek  camiamızın -yani ailemin- içinde göze aldım.

1980’den beri, kavram kargaşaları, ideolojik ve kurumsal kaos içinde yaşıyoruz. Bugün şu ya da bu biçimiyle var olan ve pek de güzel işler yapmakta olan bir kurum, bir gün sonra, bir bakıyorsunuz, ya yok oluyor, ya da Kafka’nın kahramanı gibi biçim değiştiriyor, metamorfoza uğruyor ve kendine verdiği zarar yetmiyormuş gibi, etrafına da tehditler savuruyor. Bizler de ne yapacağımızı bilemiyor, oraya buraya koşuşturuyor, bazen, çaresizliğin verdiği hınçlara, hırçınlıklara kapılıp birbirimizi incitiyoruz.

Yücel Gürsel, bu durumu pek güzel ifade etmiş: “Bütün kavramların içerik ve boyut değiştirdiği, değer yargılarının kriz içinde olduğu bir dönemde...”[1] diyor, cümlesini tamamlarken de beni kışkırtıyor: “.... değişmeyen ve değişmeyeceğini sandığımız doğrular aramak yerine, değişimin etkenlerini ve yasalarını kavramaya ve değişimi yönlendirmeye çalışmak, zor ama tek çıkar yoldur.”[2] İşte ben de, bu kışkırtma ile bu denemeye kalkıştım.

1980’den bu yana, tüm dünyada, yeni bir toplumsal sürece girildi. Liberal ekonomi, globalleşme, glasnost, değişim vb. bu sürecin başlıca kavramları oldular. Sermaye, bir yeni milat gibi, 1980’i dönüm noktası olarak belirledi.

Konumuza böyle başlamak durumundayım. Çünkü 1980’den bu yana tüm dünyada ve ülkemizde yaşananlar, tıpkı binlerce yıldır olduğu gibi, sosyal dönüşümlerdir ve çünkü sosyal dönüşümler, günümüzde de, Mimarlar Odası gibi toplumsal muhalefet-siyasi baskı gruplarını doğrudan etkilemektedir.[3]

Raşit Gökçeli, “Demokratik Kitle Örgütleri Üzerine” adlı kitabının önsözünde, “ikincil örgütler” kavramını getiriyor. Dernekler, meslek odaları, sendikalar herhalde, birincil örgütler siyasetler olduğuna göre, ikincil örgütlerdir[4]. NGO’lar yani hükümet dışı örgütler de bu ikincil örgütler grubuna giriyor. NGO, her ne kadar son yıllarda meslek odalarına da yakıştırılan bir sıfat olsa da, ben aynı kanıda değilim. NGO’ların karakteristiği, gönüllü katılımcıları bünyesinde barındırmalarıdır. Bu anlamda Greenpeace, hatta UIA, bir NGO’dur. Ancak Türkiye’de meslek odaları, gönüllü değil, zorunlu üyelerle varolurlar ve Server Tanilli’nin belirttiği gibi, 1961 Anayasasının öngörüsüne rağmen, kuruluşlarından beri, merkezi idarenin denetiminde olmakla malûldürler[5]. Bu maluliyet, 1982 anayasası ile daha da vahimleşmiştir. Ancak bu haller, meslek odalarının birer toplumsal muhalefet-siyasi baskı grubu olma özelliklerini, azaltmayı öngörse de, yok edememişlerdir.

Başa dönersek, II. Milat, kendini yalnızca soyut kavramlarla belirlemedi. II. Miladın rüşt ispatı, Berlin duvarının yıkılması, Sovyetler Birliğinin dağılması gibi göz kamaştırıcı olayların perde arkasında, sermayenin (tüm dünyada) ceberrut devlete[6] el koymasıyla gerçekleşti. Kapitalizm, ergenlik dönemi utangaçlığından sıyrıldı, delikanlılığa, kabadayılığa özendi, evi terk etti, ana babaya başkaldırdı. Zamanla şirretleşti, tırnağını, yumruğunu gösterir oldu. Sonunda her dediğini yaptırmak isteyen, yaptıran, asi genç oldu.

TÜSİAD’ın bir raporunda “1980’li yıllar, yurtiçinde reform sürecinin perçinlenmesine, dış dünyada ise soğuk savaşın sona ermesine sahne olmuştur. Ayrıca, Latin Amerika’dan Doğu Avrupa’ya uzanan geniş bir yelpaze içinde çok sayıda ülkenin aynı tip reformları uygulaması, serbest piyasa ekonomisine geçiş sürecinin Türkiye’de evrensel bir olgu olarak yansımasına neden olmuştur. Bütün bu etkenler birleşince siyasal partiler arasındaki ideolojik farklılıklar ve kutuplaşmalar da büyük ölçüde ortadan kalkmıştır... Bütün partiler ana ilke olarak dışa açık serbest piyasa modeli üzerinde uzlaşmakta, liberal bir dış ticaret rejiminden kapsamlı korumacılığa geri dönüş olasılığını gündem dışı bırakmaktadırlar.” deniliyor[7].

Yücel Gürsel Türkiye’yi bu noktaya getiren sürecin 1950’lerden itibaren, Marshall yardımları ile başladığını haklı olarak belirtiyor. Yücel Gürsel bu saptamayı, 12 Eylül sonrasına uzanan bu süreci, Odamızın ilgi alanında değerlendiriyor: “Serbest piyasa ekonomisine geçiş süreci içinde İstanbul’a bir göç dalgası başladı. Bu göç dalgası ilk dönem gecekonduları yarattı. .... 12 Eylül’e girerken... yeniden yapılaşma başladı.... Özellikle 12 Eylül’den sonra, işte Özal’ın dediği gibi, halkımız yöneticidir (yani işini bilir-FS), üçü beşi bir araya gelir kat karşılığı 15-20 bina yapar. Yeni İstanbul da 20 milyonu kaldırır, dediği dönemlerde de İstanbul’da ikinci yıkım süreci başlamıştı. Kentin diğer kültürel odakları, Ortaköy, Beşiktaş, Tarlabaşı ve Fatih bölgelerinde ... yıkım başladı.”, diyor, “...pazar ekonomisi ne yaptı: Sermaye getirdi. Bu sermayenin ihtiyaç duyduğu apartmanlar için kent yıkıldı, bütün kültür değerleri yok oldu”, diyor[8].

“İşini bilme”, “çağ atlama”, “değişim”, “tabuları yıkma” gibi dönemin yaygın soyutlamaları, günümüze toplumsal çözülmenin ve kurumsal-ideolojik kaosun temel taşları olarak uzandı. Medyanın alabildiğine ve devlete hücum ederek -ki bu hücumdan geniş halk kitlelerinin yüzyıllardır muzdarip oldukları bir alana dokunulmuş olduğu için hoşnut kalacakları düşünülebilir ve bu tam da bir reklamcı triğidir- II. Miladın kendi ideolojisini oluşturma ve yerleştirme gayreti, bu kaosu ve çözülmeyi bir yeni maniyerist[9] dönemin aşılması güç -ama zorunlu- gerçekliği haline getirmekte makine yağı vazifesi gördü[10].

Bu gayret, toplumun hem ideolojik bombardımanı, hem de cebir ve şiddet kullanarak, hiçbir yasa ve kural tanımayarak, yaşamsal çarklara yapılan somut el koymalar, boşuna değildir. Çünkü ekonomik dişliler, kendi ideolojilerinden yoksun olamaz. Bazen ideolojiler ekonominin önüne geçerler ve kendi ekonomik düzenlerini oluşturma çabası içine girerler. Ama bazen ekonomi toplumsal ideolojinin önüne geçer ve bu durumda ekonomi yeni ideolojiyi topluma benimsetmek için uğraş verir. Böyle durumların tarihte pek çok örneği vardır. Eski ideoloji yeni ekonomiye ayak bağıdır. Onu yok etmek gerekir. Ama bu geçiş dönemi sancılıdır, toplumu yaralayabilir, direnişler olacaktır, bazı örneklerde olduğu gibi toplumsal/kitlesel intiharlara bile yol açabilir[11]. Her ne pahasına olursa olsun, bu ideolojik dönüşüm gerçekleşecektir. Türkiye’de sola ve solculara, ama daha çok Kemalizm’e ve Kemalistlere saldırıların bu denli artması bundandır. Burada devletin zafiyeti, durumun belirsizliğe itilmesidir. Devlet yeni sahibini beklemektedir. Eski ev sahibi, devlete iğreti oturmaktadır. Taşınma hazırlığındadır. Yeni ev sahibi-yeni ideoloji, koltukları değiştirecek, eski tabloları bodruma atacak, post modern resimler ve ‘heavy metal’ posterler asacak, kitaplığın yerine de bir bilgisayar koyacaktır.

İşte bu nedenlerle Ayhan Çelik, Kenan Güvenç ve Murat Uluğ çok isabetli bir saptama yapmışlardır ve bu saptamayı, konumuz olan meslek yasası üzerine yazdıkları yazının ilk satırlarına yerleştirmişlerdir. “Türkiye Özalist politikalar eşliğinde fiili durum yaratanların hiçbir toplumsal değer tanımadan toplumsal oluşumun asal unsuru haline gelebildiği bir ülke artık... Bu ülkede fiili durum yaratmaya heveslenenler toplumsal ve tarihsel olan her şeyi unutma - unutturma gayretinde epey yol alabilmişlerdir...”[12].

Meslek odalarının -üyeleri ile birlikte- tüm bu süreçten etkilenmemesi olanaksızdır. Tıpkı daha önceki süreçlerden etkilendiği gibi, II. Milat sürecinden de etkilenecektir. Gökçeli, 70’li yıllarda toplumsal muhalefeti birincil örgütlerden çok, ikincil örgütlerin sürüklediğini (60’lı yıllarda birincil örgütler sürüklüyordu), 80’li yıllarda ise genel anlamda bir sağa kayış, bir apolitikleşme görüldüğünü, Mimarlar Odasının da bu apolitikleşmeden etkilendiğini belirtiyor[13].

Gerçi 81-84 dönemi Oda çalışma raporları Mimarlar Odası’nın bu etkilenmeye karşı direnişini dile getirmekte, raporların birinde “meslek odaları bu yıllarda ayrıca, giderek yoğunlaşan sosyal dönüşümler karşısında toplumun tüm kesimleri gibi, edilgenleşen üye kitleleri ile karşı karşıya kaldılar. Bu nedenle, ekonomik ve sosyal yapıya yön veren, mesleğin bugününü ve geleceğini etkileyen düzenlemelere karşı giderek pasifleşen üyelerimizin potansiyellerini, koşulların elverdiği ölçüde korumak, tartışma platformları yaratarak katılım güdülerini canlı tutmak başlıca amaçlarımızdan biri oldu” denilmektedir. Ayrıca yapılan etkinlik örnekleri ve özellikle 82 Anayasası’na yönelik, TMMOB düzeyinde olsun, Oda ölçeğinde olsun, çalışma ve girişimler, bu yaklaşımı doğrulamaktadır. Ne var ki, bu yaklaşım, değerlendirme ve çabalar, bu etkilenmenin ve gelişmelerin önüne geçememiştir.

II. Milatla başlayan süreç, meslek odaları bünyesinde ilk adımını, 12 Eylül öncesinin Oda politikalarını yargılamaya başlayarak ve ‘onurlu geçmişi’ inkârla atmıştır. “Biz de her şeye karşı çıktık, adamlar haklı”, “merkezi ve yerel idarelerle iyi geçinmedik”, “hep siyaset yaptık” türünden diskurlar, şimdilerde haklılığı merkezi yönetimlerce bile teslim edilen Oda’nın Boğaz Köprüsü tezinin ne denli yanlış olduğuna kadar uzandı. Son yıllarda, bazı özel TV kanallarında ve basında boy gösteren II. Milatçılar (bir kısmı bilinen adlarıyla II. Cumhuriyetçiler), eski ideolojinin görkemli örneği olarak, Mimarlar Odası’nın Boğaz Köprüsü tezini sunmaktadırlar. Bu, görüldüğü gibi, son derece isabetli bir çakışmadır! Mimarlar Odası İstanbul Şubesi’nde, bir anlamda Raşit Gökçeli’nin yazılı olarak da teorize ettiği “ortak süreç”in, eğer gördüğü halde oportünistçe görmezden gelmediyse, yine Gökçeli’nin deyimiyle, ıskaladığı bir çakışmadır[14]. Bu çakışma, 1984’te, ittifakların oluşumuna, Oda organlarına aday arayışlarına ve Yönetim Kurullarının kompozisyonuna damgasını vurdu.

82 Anayasası ve kanun hükmünde kararnamelerin öngördüğü “politik olmayan meslek odaları” ve/ya da “iktidarla sürtüşmeyecek meslek odaları” ve/ya da “merkezi ve yerel yönetimlerle iyi geçinecek meslek odaları”, yani meslek temelinde kurumsallaşmış meslek odaları, bu inkârcıların ve şimdi onların baş tacı ettikleri doğuştan meslekçilerin[15] önünü açmıştır. Mimarlar Odasının, II. Milat ideolojisine uygun bir şekilde yeniden yapılanması işte böylece (1984 Genel Kurulu’nda da ifade edilerek) gündeme gelmiştir[16]. Bu meslektaşlarımız, 20 yılın hınç ve nefreti ile yüklü olarak, özellikle 70’li yılların intikamını almak üzere 1986 Genel Kurulu’na yürümüşler, ve geçmişin perdesini -vebali bir anlamda benim de omzumda olan-Kirazlıyayla deklarasyonuyla kapatmışlardır[17].

Yeniden yapılanma, nasıl olur da bir bütünün parçası olmaz? Önce DYP-SHP koalisyon protokolüne bakalım. Diyor ki, “Türkiye dünyayı saran demokratik değişim ve reform rüzgarlarından etkilenmeden kalamaz. Türkiye bu değişimlerin için çoktan girmiştir ve 21. yüzyılda dünyanın önder ülkelerinden biri olacaktır”. Protokol, daha sonra devletin (bu kapsamda) demokratikleşmesini ve yeniden yapılandırılmasını öngörüyor[18]. 49. T.C. Hükümetinin programında ise “nasıl bir devlet anlayışına sahip olunacağı açıkça belirtilmekte” ve bazı başlıklar sıralanmaktadır. Bu başlıklardan ilginç olan biri “Türkiye’de bir tane hükümet olacak, birkaç tane hükümet olmayacak, birden fazla hükümet olma devri son bulacaktır” demektedir. Tarih 30 Kasım 1991’dir. Latife olsun diye söylüyorum, demek ki, birileri bu tarihten önce işleri biraz karıştırmış. Hükümet programı ise artık devletin yeni sahibinin yerleşeceğini ilan ederek bu karışıklığa bir son veriyor. Ama asıl ilginci, ayrıntıdadır. “Kamu yönetimine, katılımcı demokrasinin gereklerine uygun olarak getirilecek yeni yapılanma” başlığı altında bakınız ne önerilmektedir: “Bu yapılanmada, ilçelerde ‘ilçe meclisleri’, illerde ‘il meclisleri’ oluşturulacaktır.”[19] Bu meclislerin kimlerden ve nasıl oluşacağı, hangi konuları nasıl ele alacakları, yetki ve sorumluluklarının ne olduğu programda veriliyor.

TÜSİAD’ın bir raporunda, bu yeniden yapılanma konusu ele alınmıştır. Raporun sunuşunda “... yönetim sistemimizin yerel topluluklara hizmet üreten kesimin etkili ve verimli hizmet üretmekten çok uzağa düşmüş olduğunu, bunun yanında geleneksel merkeziyetçi yönetim anlayışının sürdüğü bu kesimin, yerel demokrasinin sağlıklı işlemesini kolaylaştırıcı olması bir yana, tam tersine ülkemizde demokrasinin kökleşmesini, yerel demokrasinin sağlıklı işlemesini önleyici ve yozlaştırıcı rol oynadığını açıkça ortaya koymuş bulunmaktadır” deniliyor ve yapılması gereken şöyle özetleniyor: “yönetim sistemimizin, merkezin taşra kuruluşları ve yerel yönetimleri içerecek biçimde yeniden yapılandırılması” gerekir. Bu yeniden yapılanmada organlar ve iç örgütlenme modeli ise şöyle tanımlanıyor: “... encümen yerine ‘yürütme kurulu’ terimi yeğlenmeli, il genel meclisi, ‘il meclisi’, ilçe karar organı ‘ilçe meclisi’ olarak adlandırılmalı, köylerde ‘köy meclisi’, mahallelerde ‘mahalle meclisi kurulmalıdır.”[20] Görüldüğü gibi zaman ve mekâna uyum tamamen sağlanmıştır.

Şimdi gelelim mimarlar Odası’nın gündemine. İlk meslek yasa taslağı bir kırmızı kitaptı. İzmir kaynaklı bu taslak, sanırım 1985 veya 1986 tarihliydi ve o sıralarda çok tepki görmüştü[21]. Özellikle mimarlara müteahhitlik, ticaret gibi meslek dışı faaliyetleri yasakladığı için. Bu taslak -ya da çerçeve öneri- ile sonraki taslaklarda tepki gören konuların diğer en önemlileri mesleğe kabul koşulları ile kamu ve özel sektörde ücretli çalışan meslektaşlara getirilen kısıtlamalardır.

Ama bence konunun özü ve daha birinci taslaktan başlayarak, meslek yasası ile ilgili tüm tasarıların ortak özelliği, Mimarlar Odası’nın yeniden yapılanmasını önermeleridir. Bu yeniden yapılanmanın amaç özellikleri şunlardır:

  1. TMMOB’den kopuş,
  2. Meslek temelinde yeniden örgütlenme

Amaç özellikler olarak saptadığım bu iki şıkkı, az sonra, içeriğine girerek incelemeye çalışacağım. Bu noktada şunu belirtmek gerekiyor: Meslek yasası Oda gündemini ciddi olarak 90’lı yıllarda işgal etmiştir. Oysa, 80’li yıllar, meslek yasası inşasının arsa seçiminin yapıldığı, hatta temel kazısının gerçekleştirildiği yıllar olmuştur.

Yeniden yapılanma çerçevesinde alınan bir bölük karar ve açıklanan sayısız deklarasyonu arsa seçimi için gösterilen çabalar olarak değerlendirirsek, Oda Yönetmeliklerinde 1987’den bu yana yapılan değişiklikleri de temel kazısı olarak değerlendirebiliriz. Bakınız Şükrü Kocagöz Mimarlık Dergisi’ndeki bir yazısında ne diyor: “...bir anlamda Nevşehir, Bursa ile başlayan bir sürecin tamamlanması oldu ve Oda, bana göre, TMMOB rayından makasın açılması ile kendi rayına geçti.” Aynı yazısında Şükrü Kocagöz “Bursa’da Engin Omacan başkanlığındaki Yönetim Kurulu’nun formüle ettiği ve o günkü tabanın güçlü bir muhalefete karşın desteklediği ‘yatay örgütlenme’ modeli yönetmeliklere geçmişti. Bu model epey sancılı kabul edilmişti o zaman, Kimileri yeterince tartışılmadığı için, kimileri barolar kadar özerklik olmadığı için, bazıları da (Yavuz Önen’in Elektrik Mühendisleri Odası’nın yayın organında yayımlanan bir yazısı örneği) ‘adem-i merkeziyetçiliği’ affedilmez bir günah saydıkları için karşı çıkıyorlardı. Küçük bir azınlığın karşı çıkışı da bu maddenin (maddenin değil, modelin olacak. Sanırım bir dizgi hatası – FS) ‘metropol devrimciliğini yok edeceği’ gerekçesi ileydi.”, diyor ve parantez içinde ekliyor: “Bunu hiçbir zaman anlayamamışımdır”[22].

Modelin yerleştirilmesi oldukça çetin bir süreci gerektirmektedir. Merih Karaaslan, meslek yasasına ulaşma ve Odanın yeniden örgütlenmesi çabalarını, “Uzun İnce Bir Yol” olarak tanımlıyor. Bu yolda adım adım ilerlenecek ve “ ... Türkiye Mimarları ... gerekli sonuçlara ulaşacaklardır” diyor[23]. Oda Yönetmeliği Bursa’dan sonra Muğla’da da değiştirilir.  Diğer yönetmeliklerimizde de değişiklikler yapılır. Her genel kurul, yeni bir olağanüstü genel kurul gerektirir. Yeni yönetmelikler, yeni şartnameler oluşturulur. Oda’nın tüm yapısı, meslek yasasına doğru ilerlerken uzman bir hukukçunun bile altından zor kalkacağı hacimde ve karmaşıklıkta bir Mimarlar Odası mevzuatı oluşur.

Ancak bu büyük bir sıkıntıdır. Engin Timurcan, daha 1994 yılı başlarında, henüz Denetleme Kurulu üyeliğinden istifa etmeden önce, bu sıkıntıyı başka bir açıdan dile getiriyor: “...yönetmelikler .... önceleri TMMOB Genel Kurulu’ndan geçirildikten sonra Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe sokulmuş, giderek sadece Genel Kurul’dan geçirilmiş, hatta Yönetim Kurulu Kararı ile hazırlanmıştır. Ayrıca aynı kolaycılık Odalara da yansımış, aynı yöntemi izlemişler. Böylece Mimarlar Odası’nda da çok sayıda yönetmelikler ortaya çıkmıştır.” Yani Engin Timurcan, bir anlamda, yönetmeliklerimizin yasal prosedürü tamamlamadığı için geçersiz olduğunu söylüyor ve ekliyor: “Bu yönetmeliklerin sanıldığı kadar sorunları çözdüğüne Oda Yönetim Kurulu da inanmıyor ki, son iki ya da üç yıldır bütün bu yönetmeliklere alternatif taslaklar tartışılmış ve yeni meslek yasası çalışmaları başlatılmıştır. Şu ana kadar bu konuda bir gelişmenin sağlanamadığı da bir gerçek. Çünkü hâlâ mevcut yönetmelikleri tadil etmekle uğraşıyoruz. Burada dikkat edilecek husus, yönetmeliklerin mevcut yasalarla çelişmemesidir.”[24] Adana 1. İdare Mahkemesinin,  1993’teki SMBT Yönetmeliğimizin 06.03 maddesi ile ilgili olarak aldığı yürütmeyi durdurma kararı, Engin Timurcan’ın kaygılarında haklı olduğunu ortaya koyuyor[25].

Ancak Engin Timurcan, dürüstçe, asıl TMMOB Kanunu’nu kastediyor. O hâlâ, eski ideolojiyi savunuyor: “Kuruluş amaçlarında yer alan sözlerdeki güzelliklere sahip olabilmek için gelirinizin %85’ini oluşturan aidat ve harçları ödemekteyiz” diyor[26]. Oysa artık kuruluş amaçları geçerliliğini yitirmiştir, oysa 1987’den bu yana Oda iç hukukundaki tüm düzenlemeler, meslek yasası ile beklenen dönüşümü içerir. Çünkü meslek yasası, çok zor çıkacaktır. ‘Örgütsel mutabakat’ beklenmektedir. Bu sağlansa bile, bir yasa sorunudur. Hükümetin ikna edilmesi gerekmektedir. T.B.M.M.’den geçmesi gerekmektedir.

Kaldı ki, örgütsel mutabakat bir türlü sağlanamayacaktır. Çünkü, tam da bu noktaya gelinmişken, Ankara Şubesi seçimlerinde, yasaya muhalif olduğunu daha seçim bildirgesinde açıklayan ve içinde 1984’te Nurdoğan Özkaya’nın “tabansızlar” olarak nitelediği meslektaşların da bulunduğu bir anlayış yönetime gelmiştir. Ankara Şubesi delegeleri, meslek yasası çerçevesinde, örgütsel mutabakata yanaşmayacaktır. Bu örgütsel mutabakatın ne anlama geldiğini sorgulamayı şimdilik bir yana bırakıyorum. Ama bunu sağlayacak mekanizmaları geliştirmek gerekiyordu ki, Yönetmeliğin 9. Maddesi değişikliği, 1994 Merkez Genel Kurulu’ndan itibaren gündeme geldi. Eğer meslek yasası üzerinde mutabakat yaklaşık 1000 kişilik bir genel kurulda sağlanamıyorsa, örneğin 250 kişilik bir genel kurulda sağlanabilirdi. Hele ortaya konulan ilk seçenekte bu 250 kişilik genel kurulun yarısından fazlası doğal delegelerden oluşuyordu ki, bu durumda, Ankara Şubesi dışındaki yöneticilerin oyları dahi, bu mutabakatı sağlamaya neredeyse yetiyordu. Üstelik, böyle bir genel kurul kompozisyonu, son alternatifte doğal delegeliğe sınırlama teorik olarak getirilmişse de, yeniden yapılanmada atılan adımları hızlandıracaktır.

Şükrü Kocagöz’ü yukarıda bahsettiğim açıklamasındaki samimiyet için kutlamayı buraya bıraktım. Çünkü aynı kutlamayı Arif Şentek ve Salih Zeki Pekin de hak ediyorlar. Şentek, “Bugünkü yapısı ve delege sayısı ile Oda Genel Kurulları, ancak genel görüşmelerin yapılabildiği ve seçimlere yönelik işlevlerin ağırlık taşıdığı etkinlikler olmaktadır. Nevşehir’de, Genel Kurulların özellikle örgüt içi yasama işlevinin gerektirdiği ayrıntılı kararlar üretmesinin çok güç olduğu bir kez daha görülmüştür.... “Oda Meclisi” işlevlerinin sağlıklı, sürekli, üretken ve tüm örgütün eğilimlerini değerlendirerek yerine getirmesini sağlayacak bir değişiklik, yaşamsal önem taşımaktadır” diyor[27].

Bu daraltmanın gerçekleşeceği de kuşkuludur. Şentek, “Eğer önümüzdeki Olağan Genel Kurul’da bu doğrultuda bir yönetmelik değişikliği yapma olanağı bulunsa dahi, bu değişiklik büyük bir olasılıkla 2 yıl sonra uygulanabilecektir” diyor[28]. Bu nedenle diğer girişimlerden kaçınılmayacaktır. Salih Zeki Pekin, Cumhuriyet Gazetesi’nin imar yetki ve denetimi üzerine bir söyleşisinde, meslek yasası çalışmaları hakkında bir soruya yanıt verirken ”... bunun yasalaşacağından pek emin değiliz. Sabırlıyız, bekleyeceğiz. Türkiye’de kanunların çıkış şekli de çok ilginç. Hiç ummadığınız bir kanun bir gece yarısı iki milletvekilinin verdiği önergeyle çıkıveriyor. Belki umudu buna bağlamak lazım”, diyor[29].

Böyle bir girişim Mimarlık Haberler’in 22. Sayısında duyuruluyor. “30 Kasım 1992 Cuma günü, Mimarlar Odası Genel Başkanı Nurdoğan Özkaya, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Hüsamettin Cindoruk ile bir görüşme yaptı. ... görüşme, Mimarlar Odası’nın yeni bir yasal düzenleme için düşündüğü gerek ve gerekçelerin açıklanması ile sürdü... Cindoruk, mimarların üzerinde mutabakat sağladığı bir Mimarlık Yasa Taslağı’nın Oda tarafından Meclis’e sunulması halinde kabul edilmesi için elinden gelen yardımı yapacağını ifade ederek şöyle dedi: Sizler, kitle örgütleri,... demokrasinin kilit taşlarısınız. Ben yasanın geçirilmesi konusunu kendi işim gibi takip ederim. Ancak ... tasarıyı öncelikle hükümetten geçirmeniz daha doğru olur.... Ben sizin gibi sanat kuruluşlarının tümünü destekliyorum. Kim örgütlenmek istiyorsa yasasını hazırlasın gelsin...”[30]

12.12.1993 tarihli, Nurdoğan Özkaya’nın imzasını taşıyan ve Mimarlar Odası Şubelerine gönderilen bir yazı, artık Mimarlar Odası Yönetiminin sabrının kalmadığını göstermektedir. Bu yazıda TMMOB Danışma Kurulu’na götürülecek MO görüşlerinden biri olarak “MO’nın bağımsız olarak yeniden yapılanmasına olanak sağlayacak bir yasa hazırlanması yönündeki 2., 3., ve 4. ilke kararlarının net olarak duyurulması”nın görüşüleceği ve eğilim belirleneceği açıklanmaktadır[31].

11 Ocak 1993 günü, TMMOB ve bağlı Odaların yöneticileri Başbakan Süleyman Demirel’i ziyaret ederler. Akşam yemeğinde Nurdoğan Özkaya, henüz mimarlar üzerinde mutabakat sağlayamamış olsa da, Cindoruğun tavsiyesi üzerine olacak, Mimarlığa Dair Kanun’un tüm dokümanlarını Demirel’e sunar[32].

Çeşitli ölçekte girişimler yapılmıştır. Meslek yasasından artık Karayalçın’ın, Fikri Sağlar’ın ve hatta Azimet Köylüoğlu’nun haberi vardır. Öyle ki, Salih Zeki Pekin’in umudu, biçim değiştirerek, az kalsın gerçekleşecekti: Sivas Milletvekili Azimet Köylüoğlu “Mühendislik ve Mimarlık Hakkında Kanun” ile “TMMOB Kanunu’nda değişiklik” tekliflerini hazırlar ve 4 arkadaşı ile birlikte imzalayarak TBMM’ne sunar. Tekliflerde özet olarak, TMMOB Genel Kurulu yerine 100 kişilik Birlik Meclisi’nin, Oda organlarına Oda Meclisinin eklendiğini, mimar ve mühendislerin mesleği uygulayabilmek için, ilgili meslek odalarına kabul edilmiş ve mesleği uygulama yetki belgesi almış olmaları koşulunun getirildiğini, kamuda çalışan mühendis ve mimarların göz ardı edilerek sadece serbest çalışan meslektaşları öznesine alan bir örgüt modeli önerildiğini görüyoruz[33].

Yeri gelmişken, Odamızın ‘örgütsel mutabakat’ sağlanmamış hayati konularda ‘merkezi idare’ nezdinde yapılan girişimlerin çok tehlikeli olabileceğini belirtmek isterim. Buna bir örnek özelleştirme yasası’dır. Ankara Şubesinin bir kurul toplantısında Orol Ataman “... Biliyorsunuz birkaç gün önce özelleştirme yasası TBMM’nden geçti. Bu özelleştirme yasasının geçme prosedüründe Odamızla ilgili Odamızın görüşünün alınmasını öngören bir prosedür geçirttirdik...”, demiş, girişimin oldukça iyi niyetli gerekçelerini açıklamış ve eklemişti: “... önümüzdeki birkaç yıllık gündemde çok belirleyici rolü olacaktır Mimarlar Odası’nın bu işlevinin. Doğrusu birtakım şimşekleri üzerimize çekecektir. Çünkü yeterli çalışma yapılamamış olması nedeniyle mesela buna Şehir Plancıları Odası, İnşaat Mühendisleri Odası gibi başka kuruluşlar yasanın bu maddesine giremediler. Doğrusu biz kendi Odamızı sokarken aslında bunun biraz daha tekamül etmesi için o tür kuruluşları sokmayı istedik ama olamadı.”

Bu açıklama üzerine Ankara Şubesi, MO Genel Merkezi ile Oda Birimlerine yazdığı yazıda duyduğu kaygıyı dile getirdi. MO Merkez Yönetim Kurulu da, sıradaki ilk toplantısında, bu yükten nasıl kurtulunacağı konusunda çare aradı[34].

Bu tür girişimleri ve hariçten katkı koyanları bir yana bırakarak, meslek yasasının yasalaşmasının çok güç gerçekleşecek bir umut olarak kaldığını söyleyebiliriz.

Ancak yasanın içeriğinin, yani yasa isteminin altında yatanın, yani yasanın mantığının, bugünkü tartışmamızın esasını oluşturması nedeniyle, irdelenmesi gerekiyor.

Neden TMMOB’den kopuş öngörülüyor? Umut İnan[35], Salih Zeki Pekin[36] ve diğer –Ankara Şubesi üyeleri dışındaki- tüm yasa yanlıları son derece net, dürüstçe yanıt veriyorlar: TMMOB, temel mesleklerin bir uzmanlık düzeyine indirgenerek mesleğin ikinci plana itildiği toplu bir dayanışma örgütüdür, diyorlar. TMMOB’nin kuruluş amacı, bugün mesleki uygulamalarımızda ve örgütlenmemizde yaşanan çelişkili durumu yaratan temel çelişkiyi yaratıyor, diyorlar. Nedir bu çelişki? Verdikleri yanıt şudur: Hem “üyelerin yarar ve çıkarlarını savunmak” amacı (bu sendikal bir düzen gerektirmektedir) hem de “mesleğin kamu yararına uygulanmasını geliştirip denetlemek” amacı, (yani halkın hizmetine sunulan mesleklerin kapsam ve görevlerinin kamu yararına güvence altına alınmasını sağlayan bir meslek kurumu gerektiriyor) birbiriyle çelişmektedir.

Bu çelişme konusuna değinmeden önce, Ankaralı yasa yanlılarını ve TMMOB’den ayrılma isteklerini kınıyorum. Dürüst olmadıkları için. İzmir Şubesi kayıtlı meslektaşlarımızdan bazıları, ta 1981’den itibaren, bu özlemi açık bir şekilde -yazılı olsun, sözlü olsun- dile getirdikleri halde, Ankaralı meslektaşlarımız, 1994 yılı başında hazırladıkları Ankara Şubesi Genel kuruluna yönelik seçim bildirgelerinde bunu inkâr ediyorlar. Mimarlar Odası ile TMMOB arasında sürtüşme olduğu doğrudur. Bu sürtüşme TMMOB örgütlülüğü ile ilgili değildir. TMMOB’nin “Oda’ların tüzel kişiliği yoktur...” iddiası ile ilgilidir, diyorlar[37].

Oysa sürtüşme, gözlenemeyecek kadar berrak bir şekilde, TMMOB örgütlülüğü ile ilgilidir. Doğrudur, TMMOB, Yavuz Önen’in de talihsiz bir şekilde altına imza attığı, yine talihsiz bir iddiada bulunmuş ve o dönemde konu mahkemeye kadar uzanan bir tartışma açmıştır. Ama, işin özü TMMOB örgütlülüğüdür. Salih Zeki Pekin, “Meslek odaları, Türkiye’de tam yerine oturmamış kurumlar yapısına sahiptir. Bir yandan kamu yararına hareket edeceksiniz, bir yandan da üyenin çıkarını koruyacaksınız. Tam birbirine zıt iki kavram. Mimarlar Odası gibi bir kurum, bir yandan toplum çıkarına çalışırken bir yandan da üyesine, yani mimarlara diyecektir ki ‘Yaptığın iş topluma yararlı olsun, insanlar senin yaptığın işten zarar görmesinler.’ Ama bir yandan da mimarı arkasına alıp onun çıkarını koruyacaktır. Böyle bir kurum yapısı çelişkilidir...”, diyor[38]. İki paragraf önce sözünü ettiğim tezini ve diğerlerinin tezlerini kamuoyu nezdinde böyle açıklıyor.

Burada şu saptamayı yapalım: Birbirine zıt iki kavram, gerçekten, TMMOB’nin kuruluş amacında, TMMOB Yasası’nda yer almaktadır. Yasada kastedilen de, aynen bu zıtlığı iddia edenlerin söylediklerini teyit eder gibidir. Ancak, Amerika yeniden mi keşfediliyor, önümüze yeni ufuklar mı açılıyor? Hayır. Bu zıtlığı, ta 1950’lerden bu yana, yalnız mimarlar değil, mühendisler de, avukatlar da, tabipler de bilmektedir[39]. TMMOB Yasası, dönemin koşullarında, sonraki düzenlemelerle perçinlenerek, merkezi idareye, adeta bir yardımcı organ, bir uzmanlık danışma organı gibi bir örgüt önerdiği için, kamu yararından söz eder. Bir yandan hükümete-merkezi idareye danışmanlık yapacak, yardımcı organ olarak çalışacaksınız ve böylece kamu yararına bir örgüt olacaksınız, diğer yandan hükümete-merkezi idareye karşı üyelerinizin ve onların mesleğinin hak ve çıkarlarını savunacak, koruyacaksınız. Bu bir çelişkidir.

TMMOB yasası’ndaki bu çelişki, cesur, yürekli, demokrat ve yurtsever Türkiye mimar ve mühendislerince, ‘kamu yararı’ = ‘halkın yararı’ olarak yorumlanmış ve fiilen aşılmıştır. Avukatlar, tabipler de aynı övgüyü fazlasıyla hak etmişlerdir.

Ama daha dikkatle incelersek, Salih Zeki Pekin’in kastettiği çelişkinin bu iki kavram arasındaki zıtlık, çelişki olmadığını anlarız. Kastedilen çelişki ‘üyenin çıkarı’ ile ‘mesleğin’ çıkarı arasındaki çelişkidir.

İşte bu, başından beri anlatmaya çalıştığım gibi, konjonktüre uygun düşen bir iddiadır. İşte bu, TMMOB’nin mesleğin değil, üyenin çıkarını koruyacak bir örgütlenme olduğunu savunan ve bu nedenle TMMOB’den ayrılmayı öngören bir iddiadır. İşte bu, II. Miladın yeşerttiği yeni ideolojinin yalnız mimarlar arasında değil, diğer meslek gruplarında da yükselen ürünü, meslekçi bir iddiadır. Meslekle o mesleği icra edeni birbirinden koparan, halkla yaşananlarla, yaşamın gerçekliğiyle olan bağlarını kesip ‘kamu yararı’ adı altında merkezi idare ile bütünleşmesini öngören bir iddiadır. Üye çıkarını reddeden, bu nedenle TMMOB gibi bir ‘kitle örgütü’nü, ‘demokratik baskı grubu’ örgütlenmesini gereksiz, hatta mesleğe zararlı gören bir iddiadır.

Meslek temelinde örgütlenme ve bunun taslak modeli, yeni ekonominin eski ideolojiyi çözme, ayrıştırma ve eski modeli kendi yapısına uygun olarak ve kompartmanlara ayırarak dağıtma ve yeni ideolojiyi böylece yerleştirme ve muhalefet örgütlenmelerinin sesini olduğu yerde boğma amacına ve modeline tıpatıp uymaktadır. Aynen hükümet programında ve TÜSİAD Raporlarında belirtildiği gibi, yerel sorunların yerinde çözülmesine çalışılacaktır. Üye çıkarları, dolayısıyla üye sorunları da artık kale alınmayacağına göre, ‘il meclisleri’ ile Mimarlar Odasının şube meclisleri’ , bir araya gelirler, sürdürülebilir bir gelecek için bağımlılık bildirgesi ve tasarım özgürlüğü çerçevesinde pekala uyumlu bir performansla çözümler üretebilirler. Üstelik bu çözüm üretiminde son derece demokratik bir modele oturmuşlardır: Yerel koşullar ve olanaklar elverdiği ölçüde, merkezi idare’ye danışmadan, yatay örgütlenmenin temsili-katılımcı doruğunda ve şeffaf bir şekilde, yerel sorunlara yerel çözümler üretebilirler. Bir çatışmaya yol açılmamak üzere, yerel kuralları belirlerler. Zaten niye çatışsınlar ki? Artık mimarlar Odası’nın, üyelerinin özlük hakları, demokrasi mücadelesi, ücretli çalışan mimarların sorunları, işyeri çalışma koşulları gibi gündemleri yoktur. Ayhan Çelik, Kenan Güvenç ve Murat Uluğ, “1980’li yıllar kaotik sayılabilecek bir çokluğun ‘farklılıklarının’ politik şoklarla ıslah edilerek bir örnekleştirildiği zamanlar olarak toplum tarihine geçmiştir”, diyorlar, “Artık akademisyenler, elitistler, yarışmacılar, hatta piyasacılar yoktur. Bütün bu kategorik ayrımlar, ‘iş yapan’ mimar grubunca emilmiştir. Serbest Mimar ve ideolojisi, icra ve örgütlenmenin merkezine gelip oturmuştur.”[40] diyorlar.

1981’den beri de bunun, tıpkı sporcuların ısınma hareketleri yaptıkları gibi, pratikleri yapılmıyor muydu? Kimi birimler antetli kağıtlarından ‘TMMOB’ başlığını atar, kimi birimler birbirlerine ‘il odalarında buluşmak üzere’ tebrikler gönderir, kimi birimler kayıtlı üyelerinden başka mimarların kendi bölgelerinde iş almalarını ‘kanunen yasakladığını’ yerel idarelere bildirir[41], kim birimler kendilerinden habersiz kendi bölgelerine gezi düzenleyen birimlere küser ve yönetmeliklerde değişiklikler yapılır, yeni yönetmelikler yazılır, şartnameler hazırlanır...

İşte Nevşehir Genel Kurulu’nun değerlendiremediği, değerlendirmekten kaçındığı gerçekler, bunlardır. Yeni meslek düzeninin 9,5 ilkesinin üzerine oturduğu ‘umutsuzluk çağının sahte ideolojisinin’[42] içeriği, UIA Genel Kurulu’nda da, Nevşehir Genel Kurulu’nda da, Raşit Gökçeli’nin ‘ortak süreç’inde de, Demokrasi İçin Mimarlar Platformu’nda da ıskalanmış, II. Miladın bütün dünyayı teslim aldığının belgelerinden biri[43] olarak, ülkelerin meydanlarında anıt-yazıtlaştırılmış[44] olan “sürdürülebilir kalkınma”, toplumsal ilişkileri tümden göz ardı eden, somut gerçeklikleri görmeyen bir “tasarım özgürlüğü” hayaliyle bütünleşmiştir.

Bu noktada, Yücel Gürsel ile fikir birliği içinde olmadığım ortaya çıkıyor. Gürsel, elimizdeki meslek yasası tasarısını reddinin en önemli gerekçelerinden biri olarak, “yasa önerisi ... UIA’nın ‘sürdürülebilir bir gelecek için bağımlılık bildirisi’ne ve Olağanüstü Nevşehir Genel Kurulu Yeni Mimarlık Meslek Düzeni İlkelerine önemli ölçüde uygun olmadığı için reddedilmelidir.”[45] diyor. Nevşehir ilkeleri’ne uygun olmama tesbiti doğru olabilir ve gerçekten, bu meslek yasası tasarısı ve onun öncül ekleri olan tüm yönetmelik ve şartnameler, reddedilmelidir.

Ancak “sürdürülebilir kalkınma” ve onun ardılları olan ‘sürdürülebilir’ gelecek, tasarım, vb. kavramlar, son derece tartışmalı kavramlardır. Uğur Tanyeli “...sözlükler ‘sustainable’ın karşısında ‘sürdürülebilir’ yazıyordu; bu sayede mimarlık jargonumuz yeni bir kavram kazandı. UIA’nın Chicago’daki 1993 yılı kongresinin sonuç bildirgesiyse muhtaç olunan sözde-demokratik meşruiyet zeminini hazırlayacaktı: Karşımızda dünya ölçüsünde onay derlemiş sanısı uyandıran ve mimarlara ciddi toplumsal sorumluluklar yüklermiş gibi gözüken bir düşünsel formülasyon vardı; o halde, her mimar bu bildirgenin altına gönül huzuruyla imzasını atabilirdi. İmzaların kolay atılabildiği bir ülkede bu kadarının yettiği anlaşılıyor.” [46] diyor.

Tanyeli, Nevşehir İlke Kararları’na ilişkin bu sorgulamaya girişmekle çok iyi bir iş yapmıştır. Çünkü Türkiye azgelişmiş, ya da günün yumuşatılmış deyimiyle, gelişmekte olan bir ülkedir ve bu anlamda sanayileşmiş (gelişmiş) kuzey ülkeleri ile sanayileşememiş (gelişmekte olan) güney ülkeleri arasındaki ikilemde, güney’in saflarında yer almaktadır. Sürdürülebilir kalkınmanın ise, kuzey’le güney arasındaki tarihi uzlaşmanın ya da bir teslimiyet belgesinin tarihi-doğal-kentsel çevre duyarlığımızı sömüren bir ekolojik formülasyonu olup olmadığını değerlendirmek gerekir.

Bu ‘formülasyon’un ilk olarak 1970’lerde, Volkswagen, Rockefeller, Ford, Fiat gibi büyük sermaye kuruluşlarının finanse ettiği Roma Kulübü tarafından ortaya atıldığını belirtmek gerekiyor[47]. Kulübe sunulan bir rapor[48], “mevcut ekonomik büyüme eğiliminin aynen sürmesi halinde, insanlığın varlığını sürdürmesini sağlayabilecek maddi koşulları 2100’de tamamen yitireceğini, bu nedenle doğal kaynakların kullanımının ve nüfus artışının kesinlikle kısıtlanarak denetim altına alınması gerektiğini ....” belirtiyordu[49]. Bu raporda dünya ‘tek bir sistem olarak’ algılanmakta, doğal kaynakların sınırlı olduğu kesin olarak kabul edilmekte, çevresel krizlerin önlenebilmesi için büyümenin yavaşlatılması gerektiği belirtilmektedir. Azgelişmiş ülkelerde, eğer, batı -yani kuzey- benzeri bir büyüme görülürse dünya bunu kaldıramayacaktır: Çevresel krize girmeyi engellemenin tek yolu, azgelişmiş dünyanın kalkınma mitinden vazgeçmesidir[50].

Rana A. Aslanoğlu, çevre sorunlarının çerçevesini, azgelişmiş ülkelerde “yoksulluk, açlık, nüfus artışı, dengesiz toprak dağılımı, doğal kaynakların tüketimi” olarak, gelişmiş ülkelerde ise “endüstriyel kirlenme, katı atıklardaki artış, sınırsız tüketim” olarak çiziyor. Yazısında sürdürülebilir kalkınmanın “gelişmiş ülkeler açısından bakıldığında... gelecek kuşakların gereksinimlerini göz önüne alan, kaynakların sınırlılığını gözeten, çevreye duyarlı kalkınma olarak değerlendirildiği.... azgelişmiş ülkelerde ise çevre sorunlarının yoksulluk kaynaklı olduğu... sorunların; azgelişmiş ülkeleri gelişmiş ülkelerin refah düzeyine çıkartacak kalkınma hedefleriyle çözümlenebileceği ....(bunun) ekolojik sürdürebilirlik ilkesiyle çeliştiği.... Pazar koşullarının sürmesi(nin), dünyanın tek bir ekolojik sistem olarak değerlendirilmesini imkansızlaştırdığı(nı)...” belirtiyor. “Azgelişmiş ülkelerde kalkınma ve doğal kaynaklar arasındaki paradoks belirgin olarak sürmektedir” diyor, “Bu çerçevede sürdürülebilir kalkınmaya yönelik azgelişmiş ülke kaynaklı eleştirilerin arttığını” belirtiyor. “Ayrıca sürdürülebilir kalkınma Meksika’da toplanan Latin Amerika temsilcileri tarafından sanayileşmiş ülkelerin kültürel ve ekonomik perspektiflerini yansıttığı için eleştirilmiştir.” diyor, “... Sürdürülebilir kalkınma kavramı içinde dünyaya ekolojik bir bütünlük olarak bakılmaktadır. Ne var ki ülkelerin refahının, kültürel ve tüketim tercihlerinin sürebildiğince sürmesine bir ortam yaratılmasına yaradığı görülmektedir.” diyor[51].

Rio Konferansını değerlendiren Fikret Başkaya da, aynı yönde endişelidir. “Sanayileşmiş ülkeler azgelişmiş ülkeleri çok üremekle, dünya kaynaklarını tüketmekle suçluyorlar. Söz konusu ülkenin yöneticilerini de çürümüşlük ve israfçılıkla suçluyorlar. Aslında bu çürümüşlükte emperyalist ülkelerin sorumluluk payını hatırlamamak olmaz... Onların çürümüş yöneticilere ihtiyacı vardır. Aslında hızlı nüfus artışından söz konusu ülkeleri suçlamadan önce, bu artışın nedenlerinin tartışılması gerekir. ... Eğer nüfus artışında bir dengesizlik varsa, bu başka dengesizliklerin sonucu değil midir? Dolayısıyla uluslararası temel dengesizlikleri göz ardı ederek soruna yaklaşmak, insanlığın içine sürüklendiği olumsuz gidişe bir ‘günah keçisi’ aramaktır... Bugün dünya nüfusunun yaklaşık beşte dördünü (%79’unu) oluşturan azgelişmiş ülkeler, dünya gelirinin sadece %15’ini alırken, yoksulları suçlamanın hiçbir inandırıcılığı yoktur... Tüketim mallarının %85’i zenginler tarafından gerçekleştiriliyor ve enerjinin de %75’ini onlar kullanıyorlar” diyor ve bugünkü kalkınmanın sürdürülemez bir kalkınma olduğunu belirtiyor[52].

Sürdürülebilir kalkınma kavramı bu kadar tartışmalıyken, sürdürülebilir tasarım kavramı da aynı tartışma kapsamında ele alınmalı, irdelenmeliydi[53]. Uğur Tanyeli’nin değerlendirmesi ve verdiği örnek, oldukça can acıtıyor. “... bazı batı ülkelerinde çevre dostu mimarlık alanına yapılan yatırımlar doğrudan doğruya bu aldatıcı yeşilleşmenin ürünleri olmuşlardır. Örneğin, olabildiğince az enerji tüketen ‘kendine yeterli’ büro binaları yaptırtma yönündeki medyatik eğilim böyledir. Yapımlarında en yüksek endüstriyel tekniklerin kullanıldığı bu yapılar, sözgelimi, güneş enerjisiyle ısıtılıyor ve fosil yakıtların kullanımını ya hiç ya da pek az gerektiriyorlar. Ancak, kolayca aldatılabilen kamuoyu bu tür yapıları inşa etmek için gerekli malzemenin hiç de yeşilci olmayan tekniklerle üretildiğini doğal olarak bilmiyor... ekonomik mekanizmalar da yeşilci bir mimarlığın üzerinde temellenebileceği düşünsel altyapıyı daha başlangıçta yıkıyorlar. NMB Bank’ın Amsterdam’daki genel merkezi bunun çarpıcı bir örneği. Hollanda’nın üç büyük bankasından biri olan kuruluş, kendi çalışanlarını örgütleyerek, günün modası katılımcı-demokratik bir yönelimle 50.000 metrekarelik büro alanıyla 28.000 metrekarelik kapalı otoparkı içeren dev bir yapı gerçekleştirdi. Yapı, medyada çevre dostu diye nitelenip alkışlanan enerji tasarrufuna ilişkin tüm ‘trük’lere sahip, sürdürülebilir bir geleceğin gerçek bir müjdecisi. Ne var ki, bu çok şık görüntünün ardında bankanın portföyünün oluşturduğu hiç de çevreci olmayan ‘gerçek’ var. Şu dünyayı kirletip geleceği körleten sanayileri, petrol ve madencilik girişimlerini ve çevre bağlamında hiç de sürdürülebilirlik ölçütüyle uzlaşmayan sektörleri kim finanse ediyor dersiniz? En çevre düşmanı mimarın bile bunda rolü yok; ama Amsterdam’ın banliyösünü kirletmekten özenle kaçınan ‘yeşil’ banka hepsinin merkezinde oturuyor.”[54] İşte sürdürülebilir tasarım ve tasarım özgürlüğü!

Ne yazık ki, tartışmalarına rahatsızlığım nedeniyle katılamadığım Nevşehir Genel Kurulu, işte bu alternatif görüşlerin değerlendirmelerini yapmamış, yapamamıştır. Değerlendirmemekte ısrarlı olduğu, şimdi de, görülmektedir. Doğrusu, ben de, yeni yeni anlamaya çalışıyorum. Ama anlama çabasını, mesleğimizi, meslektaşımızı, meslek odamızı derinden etkileyecek bir kararlar silsilesinin eşiğinde, hem de o kararları, o irdeleyip sorgulamadığımız kavramların üzerine oturttuğumuz halde, niye göstermiyoruz? Yoksa bizler, kuzeyin mimarları mıyız? Yoksa bizler, onca cefasına, sıkıntısına güçlüklerine severek katlandığımız, bu sıkıntıların mesleğimizle ilgili olanlarına çareler aradığımız, çözümler önerdiğimiz, görüşlerimizi dile getirdiğimiz sevgili ülkemiz Türkiye’nin mimarları değil miyiz? Yoksa bizler, bütün bunları zaten biliyor da, işimize gelmediği için tartışmaya gerek duymuyor muyuz?

1950’lerden beri süren bir tartışmanın[55], görülüyor ki, artık doruğunda, sonuçlanma noktasındayız. Bu tartışmanın özü ‘kamu yararı’ anlayışındaki farklılıklardadır. İki seçeneğimiz vardır. Birincisi, meslek yararı=kamu yararı anlayışıdır ki, buradaki kamudan anlaşılan devlettir, serbest meslek ve onun ideolojisidir. Üye çıkarı ile çelişmektedir ve TMMOB’den ayrılmayı gerektirmektedir. İkinci seçenek ise meslek yararı=kamu yararı anlayışıdır ki, buradaki kamu halktır. Bu seçenekte kamu yararı, üye çıkarı ile bütünleşmektedir. Artık tercihimizi yapacak durumdayız.

Bir kısım üyeler ve 1994 yılı başından beri Mimarlar Odası Ankara Şubesi, meslek yasası ve onun öncül-tamamlayıcısı yönetmelik ve şartnamelere karşı çıkmaktadır. Karşı çıkanlara, zaman zaman sorulmaktadır: ‘Peki sizin alternatifiniz nedir? Söylediğiniz bazı şeyler doğru. Hatta tümüyle katıldığımız görüşleriniz de var. Ama, nasıl bir yasa, nasıl bir yönetmelik bu doğruları karşılayabilir? Öneriniz var mı?’

Alternatif meselesi, MO Ankara Şubesi bünyesinde çok tartışılmıştır. Ancak, aylardır süren tartışmalarda, şu saptama hep yapılmıştır: Mevcut yasa tasarısı ve yönetmelik değişikliklerinin anlayışında bir alternatif geliştirmek, maddeler üzerinde görüş oluşturmak –hatta Ankara Şubesi yararına olabilecek bazı önerilerde de oportünistçe bir tavrı reddederek- mümkün değildir.

Ancak benim görebildiğim şudur: MO Ankara Şubesi ikinci seçenekten yanadır. Diğer meslek örgütleri gibi, TMMOB de merkezi idarenin vesayeti altındadır ve bu nedenle bağımsız bir mesleki politika üretmesi kısıtlıdır. Bu nedenle, barolar, tabipler birliği vd. İle işbirliği yapılarak, vesayetten kurtulma yönünde mücadele verilmelidir. Meslek odalarının, mesleki düzenlemelerle ilgili hak ve yetkileri kazanılmalıdır. Bu odalar, mesleki norm ve standartları oluşturabilmeli ve bu normlar, eğitim kurumlarının eğitim programlarına da alınmış olmak üzere, tüm kurumların katkısıyla, koşulsuz uyulacak belgeler haline getirilmelidir. Varsanız, haydi bu mücadelenin içine girelim. Üye çıkarının meslek çıkarı ile bütünleştiği, halkın yanında, gerçek anlamıyla bağımsız, birincil örgütlerin (yani siyasetlerin) kuyruğuna takılmayı reddeden, bu anlayışla mesleki politikalar üretebilecek bir örgütlenmenin bayrağını hep birlikte taşıyalım. Bu anlayışla, yalnız TMMOB yasasında değil, mesleğimizle ilgili tüm yasalarda değişiklikler için mücadele edelim. Yönetmeliklerimizi ve şartnamelerimizi -yani iç hukukumuzu- bu anlayışa göre topluca ele alalım.

Ama, eğer buna yanaşılmıyorsa, serbest meslek uygulamasının örgütlenebileceği bir seçeneğe de, Türkiye’nin hukuk düzeni engel değildir. Esnaf ve sanatkarların örgütlenme tarzı da budur.

Tercih yapılmalı ve artık hem (yalnız mimarlar değil) tüm TMMOB örgütlenmesine zarar veren hem de global değişim süreçleri, gümrük birliği, işsizlik, ücretler, telif hakları ve mesleki denetim gibi yüzlerce konuda politika üretmemizi ertelettiren bu tartışma, artık sona ermelidir. Sona ermeli ve bu sahte (ideolojisiz) ideolojinin yeni dünyasında, herkes kendi yerini bulmalıdır.

Teoman Öztürk, bu denemede yer alan pek çok değerlendirmeyi ölmeden önce gördü ve 1984’te, Genel kurul kürsüsünden, nazikçe uyardı. Dinleyen olmadı. Bunları okusa, duysa ve görse idi, Rahmetli Dalokay’ın kemikleri sızlardı. Bakınız ta 1967 yılında, MO Ankara şubesi çalışma raporunda, Vedat Dalokay, arkadaşları ile birlikte neler yazmış: “İster üç, ister üç bin kişi olalım; sayının ideal için değeri yoktur. Çünkü ‘cesur bir adam tek başına çoğunluktur’. Sayımız ne olursa olsun şuna yüzde yüz inanıyoruz ki, mimarlık topluluğumuz ‘cici şeyler çizen bir sanatçı topluluğu’ niteliğinden çıkıp, kendine layık olan bağımsız mesleki politika sorumluluğunu idrak etmedikçe, devlet yöneticilerine kendi varlığını ve vazgeçilmezliğini kabul ettirmedikçe yurt yönetimine katkıda bulunamayacaktır” diyorlar, “Bütün çabalarımıza rağmen bizleri çağırmadılar. Başarısızlıklarını gösterdiğimiz zaman bizleri ‘Art niyetli kimseler, harabelerde tüneyenler’, olarak nitelediler. Gerçek demokratik düzen içinde çok tabii karşılanacak Odamızın deprem konusundaki gayret ve tutumu, demokrasiyi yalnız biçimsel yönden gören bazı kişilerin, hatta Meclis kürsülerinde yaptıkları yalan beyanlarla lekelenmek istendi” diyorlar ve soruyorlar “Türk Mimarlığı devrimci ve toplumcu niteliğini ne zaman kazanacak?”[56].

“Mimarlar Odası ... meslek teşekküllerinin içinde onlara öncülük yaparak demokratik düzen içindeki görevini yüklenmeğe hazırlanmaktadır. Ankara Şubesine birçok güçlük çıkarılıyor ve iftiralar atılıyorsa bu, her öncünün karşılaştığı olağan şeylerdir.” Bu alıntı da aynı çalışma raporundan.

II. Miladın İsa’sı Amerika’da Carter, Sovyetler Birliği’nde Gorbaçov, İngiltere’de Thatcher, Türkiye’de rahmetli Turgut Özal’dı. Mimarlar Odası’nın İsa’sı ise, Allah uzun ömür versin, Engin Omacan, Aziz Paulus’ü Salih Zeki Pekin’dir.






[1]Mimarlık, Sayı: 255, TMMOB Mimarlar Odası, Aralık 1993
[2] Bazılarının ‘evrensel doğrular’ vb. Önermelerini hatırlatıyor.
[3] Kamu Kurumu Niteliğinde Meslek Odaları, sendikalar, … , Kamu Hukukunda Baskı Grupları
başlığı altında yer alır.
[4] Raşit Gökçeli, Demokratik Kitle örgütleri Üzerine ve bir örnek olay: Mimarlar Odası,
Kıyı, 1987, İstanbul
[5] Server Tanilli, Devlet ve demokrasi, Anayasa Hukukuna Giriş, say, 1982, İstanbul: tanilli, “vesayet”e itiraz ediyor. Baroların bağmsız olmayışının (bazılarının özerklik iddialarına karşın, Adalet Bakanlığının denetimi altında olması nedeniyle), yargının bağımsızlığına da gölge düşürdüğünü belirtiyor.
[6] Ceberrut devlet, son yıllarda, yalnızca medyanın değil, siyasi liderlerin de söylemlerinde bir deyim olarak yerleşti.
[7] Sanayileşmede Yönetim ve Toplumsal Uzlaşma, Rapor, TÜSİAD, İstanbul, Nisan 1992, Yayın No. TÜSİAD-T/92, 4-150.
[8] Mimarlığın Geleceği ve Nasıl Bir Mimarlar Odası…, MO İstanbul Büyükkent Şubesi, Mimarlar’a Mektup, Özel Sayı, İstanbul tartışmaları(2), Kasım 1993.
[9] Kişisel yakıştırmamdır. Maniyerizm (Ana Britannica: Maniyerizm, Selçuk Batur, Manyerizm diye çevirmiş); Rönesansla Barok arasında, özellikle İtalya’da etkin olmuş, dönemin sosyal-ekonomik dönüşümlerinin biçimlendirdiği, sanaatta bir arayış dönemi. Aynı tarzda bir yakıştırmayı MO Ankara Şubesi Haber Bülteni’nin Eylül 1994 sayısında yayımlanan bir yazımda da yapmıştım; kaotik, kavram kargaşalarıyla dolu bir dönemi ifade edebilmek için Bkz: Avrupa Mimarisinin Anahatları, Nikolaus Pevsner, Çev. Selçuk Batur, İTÜ Mimarlık Fakültesi, 1970. Şimdilerin postmodernism ve dekonstürktivizm tartışmalarına bir katkı koyan Susannah Hagan (Architectural Review, April 1994), yazısına “Şizofreninin Dili” başlığını yakıştırmış. Bence denk düşmüş.
[10] En yakınlardan bir örnek, siyah kurdeleli “radyomu istiyorum” kampanyasıdır. Öncesinde, yasaya karşın, özel radyo ve TV kanalları açılmış, “korsan” yayına geçmişlerdir. Bu örnekte Süleyman Demirel, eski ideolojinin temsilcisidir. Korsan yayınlara özel Radyo-TV Yasası çıkana kadar devletin izin vermeyeceğini belirterek “teslim” olmuştur. Diğer örnekler, 10 Kasım’da artık yas tutulmaması, Atatürk’ün de hatalarının olabileceği tarzında söylemler, İstanbul’un ülkenin toplam ekonomisindeki yerine karşın perişan durumuna ilişkin önermeler, KİT’ler konusunda yapılan yoğun beyin yıkama kampanyası vb. gibi yüzlercedir.
[11] Gordon Childe, Tarihte Neler Oldu, Odak, 1974, Ankara.
[12] Mimarlık, Sayı: 253, TMMOB Mimarlar Odası, Temmuz 1993,
[13] Raşit Gökçeli, Demokratik Kitle Örgütleri Üzerine ve bir örnek olay: Mimarlar Odası, Kıyı, 1987, İstanbul.
[14] Raşit Gökçeli, Ütopya’ya İkinci Apel, Fiziki Planlama ve Mimarlık Vakfı için Çağrı (1. Taslak), Nisan 1992, ve sonkari tezler.
[15] Yeni meslekçileri değil, 60’lardan itibaren meslek odalarını siyaset batağıında olmakla suçlayan ve odaların yalnız siyaset yapıp, hiç mesleki faaliyette bulunmadığıını iddia eden ve bu nedenle 1982 Anayasasının ve Kanun Hükmünde Kararnamelerin getirdiği kısıtlamalardan sevinç duyanları kastediyorum.
[16] Mimarlar Odası 1986 Genel Kurulu sırasında Ali Rüzgar ile bir ayaküstü sohbetimizi anımsıyorum. Aşağı yukarı şöyle demişti: “Sizin hatanız, bu arkadaşlarımızı aranıza almamanızdır. (bazı isimler vererek) …. Gibi arkadaşların yönetimlerde yararlı olacağını düşünüyoruz.”
[17] 1986 Kirazlıyayla Toplantısı, Şubelerin Genel Kurullarından sonra yapıldı. Merkez Yönetim Kurulu artık tamamen saf dışıdır. Ben o sırada Genel Sekreterlik görevinde idim. Oda Başkanı Osman Sargın ile birlikte, yazılı bir çağrı almadığımız halde, bu toplantıya katılmaya –izlemek amacıyla- karar verdik. Toplantı deklarasyonu orada bulunan herkesin imzasına açıldı. İmzamın altına o andaki duygu ve düşüncelerimi yazmamış olmamın yüzkızarıklığıını ömrüm boyunca taşıyacağım.
[18] DYP-SHP Koalisyon Protokolü, 24 Temmuz 1993, Başbakanlık Basımevi, 1993 Ankara
[19] Başbakanlık Genelgesi 1992/1, 3.1.1992, T.C. Başbakanlık Personel ve Prensipler Genel Müdürlüğü, Konu: Kamu idaresinde öncelikle önem verilecek hususlar.
[20] Yerel Yönetimler, Sorunlar ve Çözümler, Rapor, TÜSİAD, İstanbul, Mayıs 1992, Yayın No: TÜSİAD-T/92, 5-152.
[21] Ne yazık ki bu kitabı şimdi bulamadım. Merih Karaaslan, Mimarlık Dergisi’nin 256. Sayısındaki “Uzun İnce Bir Yol” başlıklı yazısında bu kitabın 1987 tarihli olduıunu söylüyor. Ben, 1986 yılı başı veya öncesi olarak anımsıyorum.
[22] Mimarlık, Sayı: 256, TMMOB Mimarlar Odası, Şubat 1994.
[23] Mimarlık, Sayı: 256, TMMOB Mimarlar Odası, Şubat 1994. Merih Karaaslan’ın aynı içerikte yazısı için bkz: Mimarlık Haberler, Sayı: 36, TMMOB Mimarlar Odası Haber Bülteni, 15 Aralık 1993.
[24] Engin Timurcan’ın TMMOB Mimarlar Odası Antalya Şubesi’ne verdiği dilekçe, 12 Mayıs 1994 tarihle kayıtlı. Bu dilekçe, Mimarlar Odası Genel Merkezince, 23.6.1994 tarihli önyazı ile, görüş oluşturulmak üzere tüm Oda Şubelerine gönderilmiştir.
[25] Yürütmeyi durdurma kararı, T.C. Adana 1. İdare Mahkemesi, Esas No: 1993/1183, 8.12.1993. Kararda şöyle deniliyor: TMMOB Mimarlar Odası SMBT ve MD Yönetmeliğinin 06.03 maddesindeki “ücretli çalışan mimarların asgari ücretlerini belirlemek görevi, Mimarlar Odası Şube Yönetim Kurullarına verilmiştir” hükmü açıkça hukuka aykırı olup, yasal dayanağı bulunmamaktadır.”
[26] Engin Timurcan’ın  12 Mayıs 1994 tarihli aynı dilekçesi.
[27] Mimarlık, Sayı: 256, TMMOB Mimarlar Odası, Şubat 1994.
[28] Mimarlık, Sayı: 256, TMMOB Mimarlar Odası, Şubat 1994.
[29] Pazar Konukları, Cumhuriyet Gazetesi, 5 Şubat 1995.
[30] Mimarlık Haberler, Sayı: 22, TMMOB Mimarlar Odası Haber Bülteni, 30 Kasım 1992.
[31] TMMOBMimarlar Odası Genel Merkezinin Şubelere Yazısı, Sayı: 04/987,12.12.1993.
[32] Mimarlık Haberler, Sayı: 25, TMMOB Mimarlar Odası Haber Bülteni, 30 Ocak 1992.
[33] Başbakanlığıın 10.11.1994 gün ve B.02.KKG/103-1482/05201 sayılı yazısı ve eki Kanun teklifi ve Başbakanlığın 10.11.1994 gün ve B.02.KKG/103-1505/5356 sayılı yazısı ve eki Kanun teklifi. Yazılar Adalet, Bayındırlık ve İskan ile Sanayi ve Ticaret Bakanlıklarına gönderilmiş ve tasarılar hakkında görüş istenmiştir. Yasa teklifleri, Azimet Köylüoğlu Bakan olmadan once, doğrudan Meclise sunulmuş, Köylüoğlu Bakan olunca Meclis’ten geri alınarak Hükümet önerisi olabilmesi için Başbakanlığa verilmiştir. Teklifler halen Hükümet gündemindedir.
[34] Bu konuda bkz: MO Ankara Şubesi’nin Oda Genel Merkezi ve Oda Birimlerine tarihli toplantısında aldığı 4 no. lu karar.
[35] Mimarlık, Sayı: 253, TMMOB Mimarlar Odası, Temmuz 1993
[36] Mimarlık Haberler, Sayı: 21, TMMOB Mimarlar Odası Haber Bülteni, 15 Ekim 1992 ve S.Z. Pekin’in diğer yazıları
[37] TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi Genel Kurulu’na yönelik, Şubat 1994 tarihli, Katılımcı Demokrat Mimarlar bildirgesi.
[38] Pazar Konukları, Cumhuriyet Gazetesi, 5 Şubat 1995.
[39] Server Tanilli, Devlet ve Demokrasi, Anayasa Hukukuna Giriş, Say, 1982: Tanilli, bu çelişkiyi ve sonraki paragrafta belirteceğim çelişkiler yumağına değiniyor ve Faruk Erem’in Yargı  dergisindeki bazı yazılarını anıyor. Ne yazık ki bu yazıları okuma fırsatı bulamadım.FS
[40] Mimarlık, Sayı: 253, TMMOB Mimarlar Odası, Temmuz 1993.
[41] Bu çok ilginç örnek için bkz; MO Yalova temsilciliği’nin Koruköy Belediye Başkanlığı’na 4.11.1994 tarih, 94/41 sayılı yazısı: “Yalova’daki Büro Tescil Belgesi sahibi mimarların listesi aşağıdadır. Bu liste dışındaki mimarların serbest ticaret yapma ve işyeri açma hakkı yasa ve yönetmeliklere göre mümkün değildir.” diyor, 15 kişilik bir liste veriyor.
[42] Uğur Tanyeli, Umutsuzluk Çağının Sahte İdeolojisi ya da “Sürdürülebilir Mimarlık”, Mimarlık, Sayı: 260, TMMOB Mimarlar Odası, Kasım 1994.
[43] 3-4 Haziran 1992’de düzenlenen BM Çevre ve Kalkınma Konferansı (Rio) sonucunda, ‘Sürdürülebilir Kalkınma’ ve ‘Agenda 21: Sürdürülebilir kalkınma için Eylem Planı’ tüm ülkelerce imzalandı.
[44] Süleyman Demirel, Hüsamettin Cindoruk, Tansu Çiller…. , Ulusal Çevre Andını, medyanın büyük tanıtımlarıyla, 5 Haziran 1994 Çevre Gününde imzaladı: Bu metni imzalakla, ‘sürdürülebilir kalkınma ilkeleri doğrultusunda hareket edeceklerine’ söz verdiler.
[45] Yücel Gürsel, Mimarlık Yasası Önerisi’nin Eleştirisi, MO Ankara Şubesi Haber Bülteni, 16-19 Mart Olağanüstü Genel Kurulu’na Doğru, özel Sayı, 14 Mart 1995.
[46] Uğur Tanyeli’nin aynı yazısı; Mimarlık, Sayı: 260, TMMOB Mimarlar Odası, Kasım 1994.
[47] Yeşiller ve Alternatif Hareket; Sosyalizm ve Toplumsal mücadeleler Ansiklopedisi, 5.Cilt (1960-1980), Sf.1537, İletişim Yayınları; Ayrıca Rana A.Aslanoğlu, Sürdürülebilir kalkınmaya eleştirel bakış, Birikim, 57-58, Ocak-Şubat 1994.
[48] D.H. Meadows v.d., The Limits to Growth; Bu rapora Uğur Tanyeli de, yukarıda alıntı yaptığım yazısında değiniyor.
[49] Yeşiller ve Alternatif Hareket; Sosyalizm ve Toplumsal mücadeleler Ansiklopedisi, 5.Cilt(1960-1980), Sf. 1537, İletişim Yayınları.
[50] Rana A. Aslanoğlu, Sürdürülebilir kalkınmaya eleştirel bakış, Birikim, 57-58, Ocak-Şubat 1994.
[51] Rana A. Aslanoğlu, Sürdürülebilir kalkınmaya eleştirel bakış, Birikim, 57-58, Ocak-Şubat 1994.
[52] Fikret Başkaya, Rio’dan Sonra veya Sürdürülemez kalkınma: Ne yazık ki bu yazının elimde ancak bir fotokopisi var, kaynağını bulamadım.
[53] Raşit Gökçeli, bu yönde bir çabayı, bir tezinde gösteriyor. Bkz: raşit Gökçeleli, Kırsal Med-Kentsel Cezir, Sürdürülebilir kalkınma için Mimarlık Kavramına Türkiye Özelinde bir yaklaşım denemesi, Haziran 1992. Keşke Gökçeli , bu çalışmayı, Nevşehir Genel kurulu’ndan sonra yeniden ele alsaydı, yararlı olurdu.
[54] Uğur Tanyeli’nin aynı yazısı; Mimarlık, Sayı: 260, TMMOB Mimarlar Odası, Kasım 1994.
[55] TMMOB Danışma Kurulu Toplantısı, 29.9.1956, Tutanaklar ve ekler, bu konuda iyi fikir veriyor; bkz: 6235 Sayılı TMMOB Kanunu Hakkında Birlik ve Oda Çalışmaları ve Dökümanlar, TMMOB Makina Mühendisleri Odası Yayınları, No. 3, 1956, Ankara
[56] TMMOB MO Ankara Şubesi XI. Dönem çalışma raporu, Şube’nin 12. Genel kurulu’nda okundu, 8.1.1967; Yönetim Kurulu Vedat Dalokay, Cemil Gerçek, Yılmaz İnkaya, Cenap Terzioğlu ve Yaşar Hattatoğlu’ndan oluşuyordu.