2000, Mimarlar Odası’na Alternatif Bir Bakış

Mimarlar Odası’na Alternatif Bir Bakış

Ya da

Mimarlar Odası’nda Değişim İçin Manifesto

Fatih SÖYLER, Ankara, Şubat, 2000

İçinde bulunduğumuz dönem, TMMOB’ne bağlı meslek odalarının genel kurullarının yapıldığı ayları kapsıyor... Dönemin ‘mimarlar’ açısından önemi, diğer toplumsal, ekonomik ve siyasal  gündeme ek olarak, Mimarlar  Odası’nın çeşitli birimlerinin genel kurullarının gerçekleştiriliyor olması bakımından biraz daha artıyor.
‘Artıyor’ diyorum, ama, gerçekten de artıyor mu? Mimarlar, kendi meslek odalarının genel kurullarına yeterince ilgi gösteriyorlar mı? Bırakalım oda genel kurullarını, kendi meslekleri ile ilgili olarak uluslararası kurum ve kuruluşların, uluslararası anlaşmaların, kendi ülkelerindeki merkezi idarenin ve nihayet kendi meslek odalarının ‘kendi meslekleri’ hakkındaki tasarrufları hakkında ne kadar bilgililer?

Ben, Mimarlar Odası üyelerinin ‘büyük çoğunluğunun’ bilgili olmadıklarını, tam aksine, kendi meslekleri ile ilgili olup bitenlere karşı tamamen ilgisiz olduklarını düşünüyorum. Birileri mesleğimiz hakkında bir yerlerde birşeyler konuşup kararlaştırıyor, ama, meslektaşlarımızın çoğunluğu bu kararları herhangi bir şekilde değerlendirmek gereğini, sonunda kendi geleceklerini son derece etkileyecek kararlar olmasına karşın, duymuyorlar. Bu kararlardan etkilenecek olan sadece kendi maddi koşulları değil elbette... Esas olarak, mesleğin kendisi ve bu mesleğin hizmet verdiği toplum ile uygulama alanı bulduğu yapılı çevre etkilenecektir.

Ne var ki meslektaşlarımız, kendi mesleklerinin ve mesleğin uygulama alanının derin bir şekilde etkileneceği ‘düzenlemelere’ yabancılar!

Yabancılaşma, çağdaş bir durum ve şurası açık ki, ‘tepkisiz bir toplum olduğumuz’ yönündeki özeleştirel söylem, giderek daha sık dile gelir oldu. Yani, her geçen gün, içinde bulunduğumuz topluma, çevremize, sorunlarımıza, ‘diğerlerine’... nihayet ‘yaşama’ karşı daha fazla yabancılaşıyoruz. ‘Diğerlerinin’ sorunlarını, acılarını paylaşmak, aklımıza bile gelmiyor artık. Her koyunun kendi bacağından asılmaya mahkum edildiği ve bu uygunsuz atasözünün öznesiyle ve yüklemiyle benzeşmenin ötesine geçtiği bir çağdayız ne yazık ki.

Oysa, insanoğlu toplumsal bir varlıktır. Tüm memeliler gibi... Doğanın verdiği içgüdüsel eğilim budur. Çünkü o, çocuk büyütecektir. Uzun yıllar alan bu ‘çocuk büyütme’ süreci, insanoğlunun ‘toplu yaşama’ ve ‘dayanışma’  güdülerinin temellerini oluşturur. Memeli hayvanların hemen bütün türleri, asıl bu nedenle, sürüler halinde yaşarlar. Türün devamı, neslin yaşamını sürdürebilmesi için ‘işbölümü’ yapılır, ‘imece’ uygulanır.  Çünkü yavrular, doğduktan ancak haftalar, aylar, bazen insanoğlunda olduğu gibi, yıllar sonra tek başlarına ayakta kalabilmek için yeterince büyümektedir.

Oysa son yirmi yıldır dünyaya egemen olan yeni dünya düzeni ideolojisi, toplumu değil, bireyi ön plana çıkardığını, bireyin özgürlüğünü sağladığını iddia etmektedir. Sağlanan şey, bireyin özgürlüğü değildir aslında, bireyciliktir. Toplum parçalanmakta, ayrıştırılmakta ve ‘insanlar’ toplumdan kopartılmış bireyler haline dönüştürülmektedir. Sanki bir ‘demokrasi’ gelişimi sonucu, ‘demokratik’ bir tavır gibi ortaya konulan ‘bireyin özgürlüğü’ söylemi, aslında postmodern toplumun ‘yalnızlığa savrulmuş’ bireyini savunmaktadır çeşitli biçimlerde. Bu bireylerin ‘sivil toplum örgütleri’ içinde demokratik haklarını savunacakları iddia edilmektedir. Ama, birbirlerinden kopartılmış bu bireyler, birbirlerinin sorunlarından ve söylemlerinden de habersiz bırakılmaktadırlar doğal olarak. Birbiri ile bağlantısız, dayanışmaları engellenmiş binlerce ‘sivil toplum örgütü’, en şiddetli toplumsal çelişkileri, asıl çatışma noktalarını ve en önemlisi giderek global ‘büyük birader’in denetim organlarından biri haline dönüşen merkezi idarenin tasarruflarını göremez olmuşlardır. ‘Kim kime, dum duma’ bir haldedirler. Çoğu kez birbirleri ile sürtüşmekten, kazara yapılacak ortak bir eylem varsa, ön plana çıkma mücadelesi vermekten, asıl yapmaları gerekeni yapamaz duruma gelmişlerdir. TMMOB’nin Odalarına bakalım bir: Hangi Oda, bir diğeriyle benmerkezci olmayan bir işbirliği içerisindedir? Bir başka Oda ile aralarında çatışma ve çıkar kavgası olmayan kaç Oda vardır bu bünyede? Ve artık kaç Oda, meslekle ilgili toplumsal çıkarları, meslek adamının maddi çıkarlarından daha öncelikli görmektedir?

Meslek odaları ve sendikalar birbirlerinden, dernekler ortak ilgi alanlarından, bireyler toplumdan kopmuştur. Türkiye’de özellikle ’80 sonrası politikalar, bu kopuşu hızlandırmıştır. Köşe dönmeci, paragöz, az zamanda ve az emekle çok kazanma istekli, hiçbir toplumsal değere önem vermeyen, bencil, tüketici, üretimin ve emeğin değerini bilmeyen nesiller yetiştirilmiştir ülkemizde... Çevresel değerler, doğal değerler, kültürel değerler adeta ezilip bir kenara atılmaktadır. Ahlaksızlık ve her ne pahasına olursa olsun kişisel çıkarlar egemendir bu topluma...Toplum, toplumsallığını unutmuştur. Bu bir yokoluş sürecidir. Çünkü artık insanoğlu, doğasına aykırı, toplumsal olma niteliğine aykırı bir yola girmiştir. Böyle bir toplumda ne dayanışmadan, ne imeceden, ne işbirliği ile birşeyler  üretmekten sözedebiliriz. Yalnızca vahşi bir tüketimin amaçlandığı bir toplum, sonunda kendini de tüketecek, yiyip bitirecektir.

İşte böyle bir ortamda Odaların genel kurullar sürecini yaşıyoruz. Toplumun giderek umursamadığı, haklarında ‘olsa da olur olmasa da’ yorumunu getirenlerin arttığı, bazı kimseler tarafından ‘zaten siyasi’ bulunan ve kapatılmalarında mahsur bulunmayan meslek odalarına karşı bu ortamda, hiç olmazsa üyelerinin ilgisini ayakta tutabilecek, sahip çıkmalarını sağlayabilecek ‘heyecanlar’ var mıdır?

Ne yazık ki yoktur. Zaten olsaydı, hiç olmazsa genel kurullara katılım düzeyi bu denli düşük olmazdı. Genel kurullara katılım bir yana, yüzde yirmiler, otuzlar düzeyinde bir seçim katılımını başarılı sayıyoruz artık! Oda’ya kayıtlı toplam mimarların üçte birinden fazlasının bulunduğu İstanbul’da, Büyükkent Şubesi’nin genel kuruluna katılım oranı yüzde 5, seçimlerine katılım oranı yüzde 15’in altındadır.

Ne var ki, Odalara ilgisizliği, Oda çalışmalarına katılımın azlığını yalnızca yukarıda özetlediğim nedenlere bağlamak, ‘toplumsal duyarsızlığı’ tek suçlu göstermek, Meslek Odalarının çalışma program ve tarzlarını, bugüne kadar göstermiş oldukları performansı aklamak olurdu. Oysa durum öyle değildir.

I.

Mimarlar Odası’nın bugün yaklaşık 28000 üyesi vardır. Esasen olması gereken üye sayısı  bundan oldukça fazladır. Kamu çalışanlarının üye olma zorunluluğu bulunmasa dahi, pekçok serbest ya da özel kesimde ücretli çalışan mimarın üye olmamakta direnmesinin gerekçelerini bulmak gerekir. Şu ya da bu sebeple kaydolmamış mimarların kesin sayısı bilinmemektedir. Ancak, 82 Anayasası’nın kamu çalışanlarına getirdiği üyelik serbestisi öncesi yaklaşık 15000 üyesi bulunan Odanın o yıllarda yine yaklaşık yılda 1000 yeni kayıt yaptığı dikkate alınırsa, bugün Mimarlar Odası’nın 33000’in üzerinde üye sayısı olması gerekirdi. Yani, tahminen (hiçbir bilimsel veri yoktur) 5000’den fazla mimar meslek odasına kayıt olmaya gerek duymamaktadır. Buradaki vahim durum şudur: Kaydolmayan mimarlar, sorulduğunda, kayıtlı olduğu halde Oda’ya ilgisi zayıf kalmış meslektaşları ile aynı yanıtları vermektedir. Mimarlar Odası üyelerinin bir çoğu ‘Oda’nın kendilerine bir şey vermediğinden’ yakınmaktadırlar. Mimarlar Odası, mimarların gözünde giderek ‘mecburen kaydolunan’ bir ‘dernek’, ya da, bir kısmı için, ‘kayıt zorunluluğu bulunmayan bir dernek’, hatta bazıları için, ‘zorla para toplayan ve vize harcı alan bir ceberut devlet kurumu’ olarak belirmektedir.

Odaya kaydını sürdüren pek çok kamu çalışanı gibi, özel sektörde çalışan meslektaşlar arasında da yaygın olan ‘Odamız olmazsa olmaz, yanlışlara ve eksikliklere rağmen Odamızı desteklemeliyiz’ şeklinde özetlenebilecek yaklaşımın da giderek kırıldığı gözlenmektedir. Bu kırılmada en önemli neden, ‘yanlışların ve eksikliklerin’ giderilmesi umudunun yitirilmekte olmasıdır.

Tüm bu olumsuzlukların ve yaygın kanaatin sonucu olarak, Oda’ya kayıtlı mimarlarla da ilişkiler kopmuştur. Oda üyelerinin %40 kadarının adresleri kayıp olmuştur. 10000’e yakın üyeye ulaşılamamaktadır. Ulaşılabilenlerden ise aidatları alınamamakta, toplantılara, genel kurullara ve Oda seçimlerine katılımları (Yasadaki ceza tehdidine karşın!) sağlanamamaktadır. Aidat toplama oranı %25’i bulduğu zaman, Oda yöneticileri kendilerini ‘başarılı’ saymaktadırlar. Aidat gelirlerinin toplam oda gelirleri içindeki payı da, neredeyse önemsenmeyecek kadar, düşüktür.
Oysa ‘aidat’, bir meslek örgütünün en önemli gelir kalemi olmalıdır. Üyelerin meslek örgütüne sahip çıkıp çıkmadığını belirler aidat ödeme oranı. Ayrıca meslek örgütünün hayatiyetini gösterir. Eğer meslek örgütü üyesinin mesleğini uygulamada karşılaştığı sorunlarının çözümü için üyesinin yanında yer alıyorsa, yani üyesine sahip çıkıyorsa, demokratik hak, yetki ve sorumluluklar için mücadele platformları oluşturabiliyorsa, meslekle ilgili ülke sorunlarının çözümünde öneriler geliştirebiliyorsa... genel olarak mesleğin gelişimi ve geleceğiyle ilgili konularda üye dayanışmasını sağlayabiliyorsa, o zaman üyeler ödedikleri aidatın ‘doğru’ yerlere aktığını görecek ve örgütüne sahip çıkacaktır.

II

Durum göstermektedir ki, yalnızca ‘toplumsal deformasyon’ değil, duyarlılıkları harekete geçiremeyen, duyarlılıkların harekete geçirilebilmesi için ortamlar yaratamayan çalışma program ve tarzları da meslek odalarına olan kayıtsızlığı, artırmıştır.

Özellikle yapı sektöründe etkin mesleklerin odalarına baktığımızda, bu odalarda çalışmaların ağırlığının ‘mesleki denetime’ verildiğini, oda kurullarının büyük kısmının ‘mesleki denetim’ ile ilgili konularda toplandığını ve meslekle ilgili tartışmaların çoğunluğunu ‘mesleki denetim’ ile ilgili konuların oluşturduğunu görmekteyiz. En azından Mimarlar Odası için durum budur. Nitekim, bu odalarda mesleki denetim gelirleri, aidat gelirlerinin tam aksine ve giderek artan bir oranda, Oda gelirlerinde en büyük paya sahip durumdadır. Oysa mesleki denetim gelirleri ‘hukuki’ durumu itibariyle her zaman tartışmalı olmuş ve merkezi idarenin TMMOB’ne bağlı odalar üzerinde en önemli tehdit aracı olmuştur. Mesleki denetim gelirleri azalınca oda etkinliğinin de gerilediği bir gerçektir çünkü!

Artık bu konunun ciddi bir şekilde masaya yatırılması gerekmektedir. Öncelikle Oda çalışmalarını ‘mesleki denetim’ sendromundan kurtarmak ve çalışma alanı ağırlıklarını dengeli bir şekilde yaymak gerekir. Üyelerinin mesleki hak, yetki ve sorumluluklarına sahip çıkan, meslekle ilgili ülke sorunlarına çözüm yolları arayan, üyeler arası dayanışmayı, toplumsal muhalefeti harekete geçiren, meslek odasının demokratik baskı grubu özelliğini vurgulayan bir ‘demokratik örgüt’, gerçek bir ‘hükümet dışı örgüt’, bir ‘sivil toplum örgütü’ programını hayata geçirmek gerekir.

Diğer yandan, mesleki denetimin bazı iç hastalıklarının da olduğu kanısındayım. Hem denetimin usulü itibariyle, hem de mesleki denetimle meslek odalarına yüklediğimiz sorumluluklar itibariyle. Usul bakımından bakacak olursak, şunu kabul etmeliyiz ki, nasıl bir avukatın savunmasının veya nasıl bir hekimin teşhisinin kendi meslek odalarının ‘denetimine’ girecek olması ‘tuhaf’ bir durum olursa, bir mimarın projesinin meslek odasındaki bir ‘personel’ tarafından ‘kontrol’ edilmesi de aynı tuhaflıktadır ve kanımca ‘mesleğe ve meslektaşa saygı’ bakımından kabul edilebilir bir durum değildir.

Kaldı ki, mesleki denetimin başlangıç amacı, yetkisiz kişilerce, yani mimar ve mühendis olmayan kişilerce yapıların projelerinin hazırlanmasının, imza taklitçiliğinin ve imzacılığın –ki bu son derece büyük bir etik sorundur- önüne geçmekti. Yani, mesleki denetim, zaten TMMOB Yasasının ve İmar Yasası gibi ilgili yasaların öngördüğü şekilde, bir ‘yetki’ denetimidir aslında. Mimari projeyi hazırlayan kişinin mimar olup olmadığı, Oda üyesi olup olmadığı, mesleki faaliyetine engel bir halinin olup olmadığı bu denetimle anlaşılacaktır. Eğer bu denetim sonucu olumlu ise, Oda, vereceği üyelik belgesi ile, bu denetimin yapıldığını ve üyesinin mimarlık faaliyetinde bulunma yetkisinin engellenemeyeceğini ilgililere bildirmiş olacaktır.

Mimarlar Odası artık mesleki denetim adı altında ‘proje/fatura’ denetimi yapmaktan vazgeçmelidir. Mesleki denetim, ‘yetki’, yani ‘üyelik’ denetimi olarak düzenlenmeli, proje denetiminden alınan ücretler programlı bir şekilde, zaman içinde kaldırılmalıdır. Yoksa bu durum, bazılarının yaptığı ‘odalar haraç topluyor’ şeklindeki insafsız ve haince değerlendirmenin zeminini hazırlar. Daha da vahimi, bu durum, bazı büro sahibi meslektaşlarca ‘Mimarlar Odası’nın asıl geliri mesleki denetim geliridir. Büro sahiplerinden alınan gelirlerle ayakta kalan Oda, program önceliğini büro sahiplerinin sorunlarına vermeli, diğer konularla uğraşmamalı’ gibi bir yaklaşımın benimsenmesinin önünü açmaktadır. Oda yönetmeliklerinin de bu anlayışa hizmet edecek şekilde yapılandırıldığını, ücretli meslektaşların ‘telif haklarının’ kısıtlandığını, hazırladıkları projelere imza atmalarının engellendiğini görmekteyiz.

Mesleki denetim gelirlerinden vazgeçememenin sonucunda, yapı sektöründe etkinliği olan mesleklerin odaları, bu sektördeki sorumluluklarını artırmak yolunu seçerek bu gelirlerine yasal ‘kılıf’ bulma çabasına girmişlerdir. Bu çabanın sonucunda bazı oda birimlerinin daha ileri giderek, ‘yapı denetimi’ yapmayı ‘hak ve yetki’ olarak gördüklerini izlemekteyiz. Oysa meslek odalarının, gerçekten de, ne bu yetkiyi merkezi idare ve yerel yönetimlerin elinden almaya çalışmaya, ne de bu yetkide pay sahibi olmaya hakları vardır. Ne imar hukuku buna uygundur ne de, zaten, meslek odalarının varlık nedeniyle uyumlu bir taleptir bu. ‘Yapı denetimi’ uygulamasına giren meslek odası, meşruiyetini kaybeder, ‘hükümet dışı’ olmaktan çıkar. Bu yola giren meslek odası, ‘sivil toplum örgütü’ olmaktan uzaklaşır, ‘bağımsızlığını’ kaybetmekle kalmaz, hırsızlık, rüşvet, suiistimal, rant paylaşımı kavgası ile kirletilmiş imar düzeninin bir parçası olur ister istemez. Meslek odaları bugüne kadar bu tür talep ve çabalara girmek yerine, üyelerinin ve aday üyelerinin mesleki eğitimlerinin kalitesini artırıcı, yapı ve meslek standartlarını yükseltici, meslek ahlakını üyelerine benimsetici çabalar içinde olsalardı, bugün karşılaştığımız pek çok sorunla karşılaşmayacaktık.

‘Yapı sektöründe mesleki faaliyet gösteren meslek odaları’nın tartışması, özeleştiri yapması ve yeniden yapılanmaları gereken öncelikli konulardan biri ‘mesleki denetim’dir. Bugün bu gereğin en büyük nedeni ilgili meslek odalarınca mesleki denetimi yapılmış olduğu halde depremlerde yıkılan yapılardır. Yapı ve meslek standartlarına öncelik vermeyen bir mesleki denetimin sonuçlarını acı bir şekilde görmekteyiz.

III

1999 yılı adeta bir korku filmi gibi geçti ülkemizde. Mesleğimizin doğrudan ilgi alanına giren pek çok konuyla karşılaştık. Ama yaşadığımız büyük deprem felaketleri tüm konulardan daha büyük bir önemle ve can acıtıcı bir biçimde karşımıza çıktı. Bu depremler ülkemizdeki son derece eşitsiz yaşam koşullarını daha da eşitsiz bir hale getirdi: Yurdun geniş bir coğrafyasında yaşayan yüzbinlerce insan, doğal afetin getirdiği yıkımın sonuçlarına büyük bir acıyla katlandılar. Katlanmaya, ağır kış koşulları altında, işsizlik, açlık, barınma sorunları altında ezilerek devam ediyorlar.

Deprem, elbette, doğal, önünden kaçamadığımız bir yerküre etkinliği. Bazı depremlerin de büyük yıkımlara neden olabileceği bir gerçek. Ülkemiz, ne yazık ki, bir depremler ülkesi ve sık sık, üstelik güçlü bir şekilde, bu doğa olayı ile karşılaşıyoruz. Ancak, depremin etkilerini, ölümcül ve yıkıcı sonuçlarını azaltıcı önlemler almakta, nedense, hep yetersiz kalıyoruz.

Kocaeli-Gölcük ve ardından Düzce depremlerinde de bu yetersizliklerin ne kadar büyük felaketlere yol açabileceği, çok acı bir şekilde, görüldü. Her boyutta plansızlığın –ülke ölçeğinde fiziki planlama eksikliği ve yanlışlıklarının, kentsel planlama eksiklik ve yanlışlıklarının– ve her boyutta imar rantı açgözlülüğünün neden olduğu ‘önlem alma’ eksikliği bir yana bırakılarak, her felaketten sonra yapıldığı gibi, suçlu arama peşine düşüldü. Her deprem yıkımından sonra yapıldığı gibi en büyük suç payı müteahhitlere biçildi. Bu paya daha sonra belediyeler ve politikacılar ortak edildi ve sonunda da plansız kentleşme ve sağlıksız yapılaşmadan ‘toplum olarak’ zanlı olunduğunda mutabakat sağlandı. Ancak, nedense, mimarlar ve mühendisler, bu suçta pay sahibi olduklarını ifade etmekten olabildiğince kaçındılar. Depremde yıkıma uğrayan alanların ‘mimarlık dışı alanlar’ olduğu bile söylendi.

Oysa, bu büyük depremlerin etki alanlarına, özellikle Kocaeli – Gölcük depreminde yıkıma uğrayan alanlara bakıldığında buraların büyük bir kısmının ‘imarlı’ alanlar olduğu görülmektedir. ‘Kaçak yapılaşma’ oranının düşük olduğu bölgelerde yıkım oranı, böyle bir depremde olması beklenenden çok daha yüksek gerçekleşmiştir. Yıkılan yapıların çok büyük bir kısmının imar yasasına uygun olarak inşa edildiği ve hatta pek çoğunun da projelerinin meslek odalarınca denetlenmiş olduğu anlaşılmaktadır. Yani, projeleri yetkili mimar ve mühendislerce hazırlanmış, projeleri ilgili belediyesinin yetkili fen adamlarınca onaylanmış, yine ilgili belediyesinin, mimar ve mühendislerin ve fenni mesullerin denetimi altında inşa edilmiş, ilgili belediyesinin yetkili fen adamlarınca son denetimleri yapılarak iskan ruhsatı verilmiş yapıların çoğu yıkıldı.

Bu tablo bize gösteriyor ki, ya bu depremler taş taş üstünde bırakmayacak kadar güçlü ama biz yanlış hesap yapıp zavallı müteahhitleri, belediye başkanlarını, belediye meclis üyelerini ve diğerlerini boşuna suçluyoruz, ya da tüm bu yasal süreç göstermelik, yani her şey bir yalanlar yumağı ve bu yalanlar yumağına ortak olan herkes bu suçta pay sahibi.

Ne yazık ki, ikinci şık geçerlidir. Ve mimarlar, şehir plancıları, mühendisler ile onların meslek odaları da bu imar yalanları yumağında pay sahibidirler. En az hırsız müteahhitler, en az imar planlarını değiştirip kat rejimine müdahale eden belediye meclis üyeleri ve bunların üzerinde baskı kuran toplum kesimleri ve bireyler kadar.

Bu noktada (biz mimar olduğumuza göre) başta mimarlık mesleği ve meslek odamız olmak üzere, ilgili tüm meslek dalları ve bunların meslek odaları bir özeleştiri yapmak, toplumla açık bir şekilde, korkmadan yüzleşmek, eksiklik ve hatalarını belirlemek ve bu ağır yıkımdaki paylarından dolayı toplumdan özür dilemek durumundadırlar. Bu meslekler ve odaları, yaptıkları özeleştiri sonucunda, gelecekte benzeri durumlarla karşılaşmamak için, mesleki eksiklikleri, yanlışlıkları ve yapılabilecek mesleki iyileştirmeleri saptamak ve bu iyileştirmeler için atılması gereken adımları atmak zorundadırlar.

Elbette bu oldukça büyük çaba gerektiren bir süreçtir. Bu çabayı örgütlemek, doğru ve gerçekçi, ülke koşullarına ve zamanın gereklerine uygun saptamaları yapmak, kararları vermek görevi meslek alanının yetkili kurum ve kurullarınındır.

Ama ilk bakışta görülen odur ki, uygun olmayan zeminde yapılaşmanın, imar planı değişiklikleri ile ya da kaçak yoldan yapılan kat artışlarının, tasarım hatalarının, kısa kolonların, hatalı konsolların, boşluklu zemin katların, malzeme bozukluğunun ve eksikliğinin işaret ettiği ortak nokta olarak, yapı standartlarımız yeni baştan ele alınmalıdır.

IV

Ülkemizde uyulması zorunlu kılınmış yapı standartları, ne yazık ki, son derece yetersizdir. İlgili kamu kuruluşları ve üniversitelerin yapı standartlarını geliştirme doğrultusunda bir çabası olmadığı gibi, meslek odalarının da bu kapsamda bir çalışması, ne yazık ki yoktur. Belediyelerin imar yönetmelikleri ve meslek odalarının asgari çizim standartları, bu gereksinimi karşılamaktan uzaktır. İmar yönetmeliklerinin yapı standardı sayılabilecek referansları pek azdır.

Gelişmiş yabancı ülkelerde bu standartlar, başta ‘yapı ve yapım güvenliği’ esas alınarak son derece gelişkindir ve bunlara uyulması kesinlikle zorunludur. Oysa, ülkemizde mimarlara adeta bir ‘mimarlık yapamama koşulları’ olarak dayatılan imar yönetmelikleri yapı standartlarını içermekten çok ‘rant geliştirme’ sınırlarını çizmektedir. Bu sınırlar da, %50’den fazla kaçak yapılaşan kentlerimizde zaten tanınmamaktadır. Kaçak olmayan, yani imar kurallarına uygun yapılaşan alanlarda ise mimarlar, mesleğin gereklerini yerine getirmekten daha çok, bir ‘rant teknisyenliği’ görevi ile karşı karşıya kalmaktadırlar. Ele aldıkları arsanın çap ve krokisini ‘en fazla daire’, ‘en fazla metrekare’, nihayet ‘en fazla kar’ elde edecek şekilde değerlendirebilen mimar, piyasanın ‘başarılı mimarı’ olmaktadır. Odaların çizim standartları ise yalnızca ‘asgari teknik çizim’ standartlarını içermekte, hiç olmazsa projelerin çizimlerinin ‘mimarca’ olabilmesini hedeflemektedir.

Meslek odaları çağdaş yapı standartlarının geliştirilmesi için hiç gecikmeksizin çalışmalarına başlamalıdırlar. Önce iş ve yapı çevresi güvenliği sonra deprem güvenliği, yangın güvenliği, çocuk, yaşlı ve sakat güvenlik ve kolaylıkları, ses ve ısı izolasyonları, su izolasyonu ve bir sağlıklı yapı için gerekli tüm diğer standartlar saptanmalı ve bunlara uyum zorunlu hale getirilmelidir. Bu çalışmaların eğitim kurumları, enstitüler, yerel yönetimler ve ilgili kamu kurumları ile işbirliği halinde geliştirilmesinde yarar vardır.

Yapı standartlarının geliştirilmesi gerektiği gibi, bu standartlara uygunluğun test edilebileceği laboratuar koşullarının da geliştirilmesi ve gereksinime yetecek kadar laboratuarın oluşturulması gerekmektedir. Beton testlerinin, yangın dayanım testlerinin, izolasyon testlerinin, vb. yapılabileceği laboratuarların yurt sathında yaygınlaştırılması ve buralarda çalışacak ehliyetli laborantların yetiştirilmesi zorunludur.

Meslek standartları ise, daha çok mesleki eğitim ve deneyimdeki yeterliliğe ilişkindir. Serbest meslek faaliyetinde bulunan kişinin, o mesleği toplum yararına en iyi şekilde uygulayabilmesi için gerekli asgari mesleki birikimini belirler. Uluslararası Mimarlar Birliği (UIA) yıllardır üzerinde uğraşılan ve tartışılan ‘mimarlık mesleğinin uygulanmasında tavsiye edilen uluslararası profesyonellik standartlarına ilişkin mutabakat metni’ çalışmasını tamamlamıştır. Bu metin, UIA üyesi mimarlık örgütlerine bir dizi ‘standart’ geliştirme tavsiyesinde bulunmaktadır.

Özetle, UIA, mimar adaylarına yetkili ve bağımsız kurumlarca yeterliliği ‘onaylanmış’ (eşdeğerliği kabul edilmiş – akredite edilmiş) okullarda, bir mimarda aranan temel nitelikleri sağlamaya yeterli süre ile eğitim ve okul sonrası mesleki pratik önermektedir. ‘Bir mimarda aranan’ temel nitelikler, 1985 yılında kabul edilen bir Avrupa Topluluğu Komisyonu direktifi ile, 11 maddelik bir liste halinde belirlenmiş, daha sonra bu AT Direktifi, UIA tarafından   standart geliştirme çalışmalarında esas alınmıştır.

Ülkemizde mimarlık eğitiminin kalitesizliği ve yeterli düzeyde mesleki eğitim almış mimarların yetişmesini sağlamak için ‘mesleğin yeniden düzenlenmesi gerektiği’ sıkça dile getirilmektedir. Gerçekten, özellikle, akıl ve izandan yoksun bir şekilde, plansız ve programsız açılan yeni mimarlık okullarının eğitim kadrosu ve donanımı yetersizdir. Bu okulların, hizmetlerin serbest dolaşımının öngörüldüğü ve programlandığı bir ortamda, gelişmiş ülkelerdeki okullara eşdeğerliğinden sözetmek mümkün değildir. Genç mimar adayları, üzüntü vericidir ki, iyi yetişmemektedir. Mimarlık eğitimi için uygun olmayan yerlerde, yetersiz eğitim kadrosu ve yetersiz eğitim malzemesi ile, bilgi ve görgüden yoksun olarak mezun edilen genç mimarların yeterli ‘mimarlık eğitimi’ alabildiklerini kimse söyleyemez.

Mimarlar Odası’nın önünde bu düzeysiz ve yetersiz eğitim ortamına müdahale etmek, hem mimarlık okullarının eğitim standartlarının yükseltilmesi ve hem de meslek içi eğitimde ileri adımların atılması için etkinliklerde bulunmak görevi bulunmaktadır.

Ne var ki, Mimarlar Odası’nın son yılları, bu çabayı göstermek yerine, meslek odasının örgütlenme şemasının değiştirilmesine yönelik ‘yasa’ tartışmaları ile geçmiştir. Geçtiğimiz aylar içinde, Oda yönetimince hazırlanan ve ilgili kurumlara sunulan yasa teklifi de, içerik olarak, mesleki eğitim ve uygulama standartlarının yükseltilmesini değil, Mimarlar Odası’nın örgütlenme şemasını değiştirmeyi hedeflemektedir. TMMOB’den ayrılarak bağımsız bir ‘mimar odaları birliği’ hedefleyen, Mimarlar Odası’nın mimarların bir mesleki dayanışma örgütü, içinde demokratik hak ve sorumlulukları için çaba gösterdikleri, ülkemizin mesleğimizle ilgili sorunlarına çözüm yolları aradıkları bir demokratik ‘baskı grubu’ niteliğini reddeden, elit bir mimarlar grubunun mimarlığın geleceği hakkında antidemokratik kararlar vereceği bir ‘kamu kurumu’ niteliğine dönüştürmeyi amaçlayan bir anlayışın ürünüdür.

Elbette, yukarıda da belirttiğim gibi, eğitimde sorunlarımız vardır. Ama eğitimde yaşanan sorunlar, 5 sene değil, 15 sene mimarlık eğitimi verseniz, bu ülkede ortadan kalkmaz. Nasıl kalksın, belki daha pek çok donanımsız mimarlık okulu açılacak önümüzdeki yıllarda. Çünkü işsizlik %20 yi aşmış durumda ve yoksulluk sınırında yaşayanların sayısı da 12 milyon kişiden fazla. Yalnız okul süreci-öğrenim değil, pratik eğitimde de çarpıcı sorunla karşı karşıya durumdayız, iki yıl değil, 12 yıl staj yaptırsanız bu ülkede, sorunları aşamayacağız. Hele sanat olduğunu iddia ettiğimiz mimarlıkta, stil tartışmalarının, sübjektif ölçütlerin, değerlendirmelerin ağırlık kazandığı bir meslek alanında, gençler hangi doğruları gerçekleştirmiş olduğu hepimizce benimsenmiş hangi mimarlık bürolarında staj görecekler de, ne öğrenecekler? Yılda 1000, belki Kıbrıs çıkışlılarla beraber çok daha fazla mezun mimarı iki yıl süre ile staj yaptırabilmek, ‘gençleri yanlış, meslek ahlakına aykırı yollara sevk etmeyecek’, ‘doğru işler yaptığından emin olduğumuz’, ‘kimsenin itiraz etmeyeceği’ kaç mimarlık bürosu bulabileceğiz?

Üyelerin genel olarak bilmediği, hakkında bilgi sahibi olmadığı bir metin söz konusudur. Bu metin üyelerin tartışmasına açılmamıştır. 1982 Anayasası dahi, çok daha fazla tartışmaya açılmış ve hiç olmazsa ‘kimin ve neden karşı olduğunu açıklığa kavuşturmuş’ bir süreçten geçmiştir. Oysa, Oda'nın bu son yasa tasarısı metni, üyelerin bilgisine sunulmaksızın ve görüşleri alınmaksızın –yangından mal kaçırır gibi– Hükümete ve ‘ilgili kurumlara’ teslim edilmiştir. Üyelerini katılım ve katkıdan mahrum eden, onları Oda yönetiminin kararlarından uzak tutan bir anlayış söz konusudur.

Diğer yandan bu metnin UIA Genel Kurullarında kabul edilen şartlara uygun olduğu söylenmektedir. UIA bünyesinde dahi bu kuralların son derece sancılı bir süreçten geçerek yürürlüğe girdiği bilinmektedir. Bu sürecin 1998 yılı öncesinde Mimarlar Odası, yeni dünya düzeninin ve bu düzenin örgütleyicisi konumundaki Dünya Ticaret Örgütü’nün dayatmaları ile şekillenen UIA çalışmasının, global sermayenin değil, mimarlığın uluslararası gereksinimlerine göre ve kültürel farklılıklar gözetilerek yeniden biçimlenmesi için etkin bir çaba harcamıştır. Bu çabanın daha sonra, UIA Pekin Genel Kurulu sürecinde, öncesinde ve sonrasında, gösterilip gösterilmediğini bilmiyorum.

UIA’nın bu çalışması bir ‘yasa’ çalışması değildir. Bir ‘mesleki profesyonellik standartları’ manzumesidir. Hatta, uzun tartışmalar sonunda kabul gören bir çok standart tanımının ‘tavsiye’ niteliğinde olduğu da bilinmektedir. Bu detaylar ve bu tavsiyeler hakkında Oda üyeleri yeterli bilgi sahibi değillerdir. Kaldı ki, bilgi sahibi olsalar bile, uygulamaya geçirebilmek için sadece üyelere bilgi vermekle kalınmamalı, uluslararası ve ulusal mesleki hukukumuz meslek içi eğitim konusu haline getirilmeli, tüm üyeler bu eğitimi almalıdırlar. Bu eğitimin ve yaşanacak sürecin ‘interaktif’ bir eğitim ve süreç olması gerekir. Bu uyarılar defalarca Oda yönetimine ve kurullarına iletilmiştir. Böylesi bir meslek içi eğitimin ön koşulları 1996-1998 döneminde hazırlanmıştır. Adımları atılmıştır. Finansman olanakları dahi araştırılmış ve bu yönde girişimlerde bulunulmuştur.
Bu geçmiş deneyimlerden de yararlanarak ve finansman kaynaklarını zorlayarak, Mimarlar Odası, mesleki uygulama ve yapı standartlarının yükseltilmesi için gereken girişimleri ve çalışmaları gecikmeksizin başlatmalı, tüm üyelerin katılımının zorunlu kılınacağı meslek içi eğitim programı hayata geçirilmelidir. Bu çalışma, aynı zamanda neredeyse tamamen kopuk durumdaki Oda-Üye diyalogunun kurulması ve kayıp üyelerin Oda’ya yeniden kazandırılması için eşsiz bir fırsattır.

V

Mimarlık mesleği, meşruiyetini, en başta, ‘özerk’ olma niteliğinde bulur. Tıpkı doktorların ‘hipokrat yemini’ gibi, mimarların hangi koşul altında çalışıyor olursa olsunlar mesleğin gereklerinden taviz vermeyeceklerinin ve herhangi bir kişisel çıkardan bağımsız bir mesleki uygulama içinde olacaklarının taahhüdü, mesleğin ‘özerk’ olma niteliğinde yatar. İster kamuda çalışsın, ister serbest büro sahibi olarak çalışsın veya ister özel kesimde ücretli olsun, mimar, ‘özerk’ bir meslek faaliyeti içindedir. Bu özerkliği zedeleyen davranış, artık o mesleğin meşruiyetini de zedeler hale gelir.

Ekonomik çıkar ilişkilerinden kaynaklanan baskıların bu temel idealin çiğnenmesinde ve gözardı edilmesinde en önemli etkenler olduğu söylenebilir. Müteahhidin hırsızlığına göz yuman fenni mesul mimar, amirinin mesleki yanlışlar içeren, ülke ve halkın çıkarlarını değil de, kişilerin çıkarlarını öngören emirlerini uygulayan kamu görevlisi mimar, belediye meclisinin yanlış kararlarında pay sahibi olan kent plancısı ve mimar, işverenin daha fazla rant yaratma isteği uğruna sağlıksız ve çevre faktörlerini gözetmeyen yapıların projelerine imza atan özel büro sahibi mimar, tarihi ve doğal çevreye, kentsel kimliğe, kültürel birikime zarar verici bir yaklaşım içeren yapıya imza atan mimar... Bunların hepsinin ortak noktası, yaptıkları eylemin karşılığı olarak, ‘ekmek kavgası’ içindeki ‘durumlarını’ korumaları olmaktadır. Önce işsizlik endişesi, sonrasında ise ‘daha çok kazanma’ hırsı, meslektaşlarımızın mesleki ilkelerden taviz vermelerine neden olmaktadır.

Oysa meslek etiği, içinde bulunulan konum ne olursa olsun, mesleğin gereklerinin yerine getirilmesini ve kişisel çıkarların, mesleki ilkelere aykırı taleplerin reddini zorunlu kılmaktadır.

Bunu yaparken mimar, en yakın destekçisi olarak ve yanıbaşında, Mimarlar Odası’nı görmek isteyecektir. Meslek odası meslektaşa, üyesine, meslek etiğine uygun davranışı sırasında destek olmazsa, meslektaşları onunla dayanışma içinde bulunmazlarsa ve sonuç olarak mimar kendini bir yalnızlık içinde bulursa, en sonunda yapacak birşeyi kalmadığını hissedip teslim olursa, orada mesleki etiğin varlığından söz edilemez.

Bugün Mimarlar Odasının Onur Kurulu’nda ele alınan konuların başında, mesleki denetim ağırlıklı olarak, Oda kurallarına uygun olmayan davranışlar ve diğer telif sürtüşmeleri gelmektedir. Birçok meslektaşın, iş sürtüşmeleri nedeniyle, bir diğer meslektaşla mahkemelik olduğu bilinmektedir. Bu da göstermektedir ki, topluma ve çevreye karşı sorumluluklarının bilinciyle davranmak bir yana, kendi aralarında dahi bir dayanışmadan, karşılıklı saygı ve güvenden, meslek etiğinden yoksun bir kitleyiz.

Bu eksikliğin giderilmesi için UIA’nın kabul ettiği etik kurallardan ve Mimarlar Odası pratiği içinde onlarca yıldır edinilen birikimden de yararlanılarak ‘mesleki etik kurallar’ oluşturulmalı ve bunun hem akademik ve hem de meslek içi eğitiminin verilmesi için Mimarlar Odası gerekli girişimlerde bulunmalı ve yeniden örgütlenmelidir.

VI

Tüm dünyada mimarlığın bir ‘kriz’ içinde olduğu söyleniyor, toplum içindeki konumu ve ‘hayatiyeti’ tartışılıyor. Gerçekten de, kullanıcı ile mimar arasındaki bağın koptuğu bir mimarlık, toplu konut üreticilerinin, dev inşaat şirketlerinin kullanıcıların taleplerini biçimlendirdiği bir mimarlık, seri üretim mekan tasarlayan bir mimarlık, mekanı bir ‘tüketim malı’ haline getiren ve paketleyerek satan bir mimarlık, bahçe içerisinde müstakil ev projelerinin yüzlercesini birden dergi ve bilgisayar disketlerinde pazarlayan bir mimarlık, artık, bizim bildiğimiz, anladığımız mimarlık olmaktan çıkmıştır. Mekana karşı böyle bir tutum, tüketim canavarı haline getirilmiş bir toplumun, mimarlığı da tükettiği anlamına gelebilir mi?

‘Seç, beğen, al’ türü ev projesi dergi ve disketleri ülkemize de girdi, kitabevlerinde ve hipermarketlerde satılıyor. İçlerine bir göz atıp beğendiğiniz bir müstakil konutun projesinin ozalitlerini, UIA üyesi bir meslek örgütüne kayıtlı bir mimarın imzası ile birlikte temin edebilirsiniz kolayca. Ya da katalogdan seçtiğiniz bir konutu, üç-dört ay gibi kısa süre içinde göstereceğiniz arsaya inşa edip teslim edebilecek firmalar türedi. Çoktandır ilginç olaylar yaşanmaya başlandı, bu anlamda: Hazır konutların imar mevzuatına uygun bir şekilde inşa edilebilmesi sorunlu olmaya başladı. İlgili belediye ve meslek odalarından gerekli denetim ve onayların alınmasında içinden çıkılmaz tartışmalar yaşanır hale geldi. Yabancı mimarların tasarladığı bu konutların projelerine nasıl, ne şekilde onay verileceği tartışmaları var artık.

Hizmetlerin serbest dolaşımı alanında ülkeler arasındaki sınırların kaldırılması ile ilgili anlaşmalar, sözleşmeler yürürlüğe giriyor yavaş yavaş. Yabancı mimarlar, aslında ‘hizmetlerin serbest dolaşımı’ ile ilgili yasal düzenlemeyi beklemediler. Ne zamandır ülkemizdeler. ‘Şimdilik’ kaydı ile, ‘imzacılık’ yapan meslektaşlarımızı taşeron olarak kullanıyorlar. Ama bir süre sonra onlara ihtiyaçları kalmayacak, yerli taşeronları bir kenara atacaklar. Yalnız ülkemizde değiller elbet, başka gelişmekte olan ülkelere de hizmet ihraç ediyorlar, örneğin Lübnan’a. Beyrutlu meslektaşlar yakınıyorlar, bu yabancı mimarların nasıl kültürel değerleri hiç önemsemeden, tarihi ve doğal çevreyi umursamadan ve kendileriyle işbirliğine girmeksizin iş yaptıklarından.

UIA toplantılarında ve özellikle kuzey ülkelerinin mimar örgütlerince yayımlanan dergilerin sayfalarında karşılaşılan bir saptama var: Bu ülkelerde mimarlar, artık iş bulmakta güçlük çekiyorlar. Bu ülkelerde nüfus artışı büyük ölçüde durmuştur. Hatta bazılarının nüfusu azalma eğilimine girmiştir. Mevcut konut stoklarında fazlalık vardır ve daha ötesi, gerekli iyileştirmeler de tamamlanmıştır. Ancak dev organizasyonlar halinde çalışan mimarlık büroları, yine dev yatırımların proje yöneticiliğini üstlenmekte ve emek yoğun değil, sermaye yoğun olarak büyümeyi hedeflemektedirler... Küçük bürolar, özellikle ‘tek başına’ mimarlık yapmaya çalışan mimarların kurduğu mimarlık büroları giderek ezilmekte, yok olmaktadırlar. Bu bürolar, restorasyon, renovasyon, tadilat, dekorasyon, hatta bahçe tasarımı işleri ile yaşamlarını sürdürmeye çalışmaktadırlar. Mimar örgütlerinin dergileri, artık yurtdışında hangi ülkede ne işler olduğu, bu işleri almak için kimlerle temas kurulması gerektiği ve benzeri bilgiler veriyor üyelerine. Özellikle güney ülkelerinin yüksek taleplerine ve gelişmekte olan ülkelerin ekonomik büyüme potansiyellerine göz dikmiş durumdadırlar.

Şimdi, yukarıdaki son dört paragrafa bir daha, ama daha dikkatlice bakarsak, UIA içindeki Dünya Ticaret Örgütü güdümlü ‘mimarlıkta profesyonellik standartları’ çalışmasının ABD çıkışlı olarak niçin gündeme geldiğini ve niçin ‘daha uzun süreli eğitim’ ve ‘uzun süreli staj’ dayatmasıyla karşılaştığımızı anlayabiliriz herhalde. Kuzey ülkelerinin hiçbirinde, mimarlık eğitiminde bir ‘kalitesizlik’ sorunu yaşanmıyor. En azından böyle bir sorun gündeme gelmedi son yıllara kadar. Ama ne zaman ki Dünya Ticaret Örgütü hizmetlerin serbest dolanımı ile ilgili kararlar aldı, ne zaman ki Avrupa Topluluğu bir mimarda aranan esas nitelikleri bir konsey direktifi ile belirledi, işte o zaman, birdenbire, UIA anladı ki, mimarlar iyi yetişmiyor! Kuzey ülkelerinin mimarlık alanındaki sermaye organizasyonlarının önündeki yerel engellerin, hem yasalar ve hem de ‘mimarlar’ düzeyinde kaldırılması, globalleşen dünyada gerekliydi çünkü. Kim ister yerel mimarlık örgütlerinin kısıtlayıcı formalitelerini? Kim ister, bir avuç baldırı çıplak genç mimarın ucuz emek gücüyle karşılarına çıkmasını?

Kuzey ülkelerinin güney ülkeleri üzerindeki emellerini görmeyip ekmeklerine yağ sürmeyi ‘başarı’ sayan ve ülkemizde ilgili makamlara bu doğrultuda başvuruda bulunan bir anlayışı, şiddetle kınamak gerektiğini düşünüyorum. Elbette, yabancı mimarlara bir yasak konulması söz konusu değildir. Aksine, uluslararası etkileşimin önem ve değerini bilmek gerekir. Kaldı ki, pek çok Mimarlar Odası üyesi de, yurtdışında başarılı sınavlar vermişlerdir. Şurası açık ki, Mimarlar Odası üyeleri, rekabet koşullarımız iyileştirilirse, standartlarımız yükseltilirse uluslararası arenada daha büyük başarılara ulaşabileceklerdir. Ama, bir ‘oldu-bitti’ yöntemi ile ve hayatın gerçeklerine uymayan bir içerikle ‘meslek yasası dayatmacılığı’ yapılmasına da itiraz etmek, bunun yerine yapı standartlarında, eğitimde ve meslek içi eğitimde kalitenin yükseltilmesini önermek gerekir.

Ve Son Olarak

Görülüyor ki, ülkemiz mimarlarının ve Mimarlar Odası’nın önünde düşünülmesi, üzerinde araştırma yapılması, tartışılması ve çıkış yolları bulunması gereken çetrefilli sorunlar vardır. Bu sorunlara, ve sorunların yarattığı sıkıntılara bütünlük içinde bakmamız gerektiğini düşünüyorum. Sorunları sadece belirli ayrıntılardan kavramaya çalışmak ve mimarlığın sorunlarını yalnızca belli bir bakış açısından yakalamaya çalışmak bizleri çok yanlış noktalara götürüyor.

Son yıllarda mimarlıkla ilgili hemen her konunun ‘korumacılık’ bakış açısıyla ele alındığını görmekteyiz. Örneğin, Adana depreminden sonra bile, ‘koruma’ öncelikli basın açıklamaları yapıldı ve toplantı düzenlendi. Bu bize, ‘eğer insanın elindeki tek alet çekiçse, her şeyi çivi olarak görmeye başlar’ özdeyişini hatırlatıyor.


Oysa, Mimarlar Odası ve üyeleri olarak, sorunlarımıza çare bulmak için gerekli olanaklarımız ve yaratıcı, dönüştürücü potansiyelimiz vardır. Yeter ki, mesleki ilgi alanımızda olup bitenleri at gözlüğü takarak değil, objektif olarak, geniş bir bakış açısıyla, bütünüyle ve ne kadar can acıtıcı olursa olsun bütün çıplaklığı ile görebilelim. Bu olanaklar ve potansiyel, Mimarlar Odası’nın örgütlü gücünde vardır. Ancak bu gücü dağıtmak, parçalamak, mimarların toplumla bütünleşmiş, yurtsever, halktan yana mesleki dayanışmasına engel olmak isteyecekler de vardır. Yeni dünya düzeninin türedileridir onlar. Onlara bu olanağı tanımamak, ancak, Mimarlar Odası üyelerinin ‘özerk’, ‘meşru’ bir meslek ve ‘bağımsız, hükümet dışı örgütleri’ için verecekleri demokratik mücadele ile mümkün olacaktır.