Mimarlar Odası’na Alternatif Bir Bakış
Ya da
Mimarlar Odası’nda Değişim İçin Manifesto
Fatih SÖYLER, Ankara, Şubat, 2000
İçinde bulunduğumuz dönem, TMMOB’ne bağlı meslek odalarının genel kurullarının yapıldığı ayları kapsıyor... Dönemin ‘mimarlar’ açısından önemi, diğer toplumsal, ekonomik ve siyasal gündeme ek olarak, Mimarlar Odası’nın çeşitli birimlerinin genel kurullarının gerçekleştiriliyor olması bakımından biraz daha artıyor.
‘Artıyor’ diyorum,
ama, gerçekten de artıyor mu? Mimarlar, kendi meslek odalarının genel
kurullarına yeterince ilgi gösteriyorlar mı? Bırakalım oda genel kurullarını,
kendi meslekleri ile ilgili olarak uluslararası kurum ve kuruluşların,
uluslararası anlaşmaların, kendi ülkelerindeki merkezi idarenin ve nihayet
kendi meslek odalarının ‘kendi meslekleri’ hakkındaki tasarrufları hakkında ne
kadar bilgililer?
Ben, Mimarlar
Odası üyelerinin ‘büyük çoğunluğunun’ bilgili olmadıklarını, tam aksine, kendi
meslekleri ile ilgili olup bitenlere karşı tamamen ilgisiz olduklarını
düşünüyorum. Birileri mesleğimiz hakkında bir yerlerde birşeyler konuşup
kararlaştırıyor, ama, meslektaşlarımızın çoğunluğu bu kararları herhangi bir
şekilde değerlendirmek gereğini, sonunda kendi geleceklerini son derece
etkileyecek kararlar olmasına karşın, duymuyorlar. Bu kararlardan etkilenecek
olan sadece kendi maddi koşulları değil elbette... Esas olarak, mesleğin
kendisi ve bu mesleğin hizmet verdiği toplum ile uygulama alanı bulduğu yapılı
çevre etkilenecektir.
Ne var ki
meslektaşlarımız, kendi mesleklerinin ve mesleğin uygulama alanının derin bir
şekilde etkileneceği ‘düzenlemelere’ yabancılar!
Yabancılaşma,
çağdaş bir durum ve şurası açık ki, ‘tepkisiz bir toplum olduğumuz’ yönündeki
özeleştirel söylem, giderek daha sık dile gelir oldu. Yani, her geçen gün,
içinde bulunduğumuz topluma, çevremize, sorunlarımıza, ‘diğerlerine’... nihayet
‘yaşama’ karşı daha fazla yabancılaşıyoruz. ‘Diğerlerinin’ sorunlarını,
acılarını paylaşmak, aklımıza bile gelmiyor artık. Her koyunun kendi bacağından
asılmaya mahkum edildiği ve bu uygunsuz atasözünün öznesiyle ve yüklemiyle
benzeşmenin ötesine geçtiği bir çağdayız ne yazık ki.
Oysa, insanoğlu
toplumsal bir varlıktır. Tüm memeliler gibi... Doğanın verdiği içgüdüsel eğilim
budur. Çünkü o, çocuk büyütecektir. Uzun yıllar alan bu ‘çocuk büyütme’ süreci,
insanoğlunun ‘toplu yaşama’ ve ‘dayanışma’ güdülerinin temellerini
oluşturur. Memeli hayvanların hemen bütün türleri, asıl bu nedenle, sürüler
halinde yaşarlar. Türün devamı, neslin yaşamını sürdürebilmesi için ‘işbölümü’ yapılır,
‘imece’ uygulanır. Çünkü yavrular, doğduktan ancak haftalar, aylar, bazen
insanoğlunda olduğu gibi, yıllar sonra tek başlarına ayakta kalabilmek için
yeterince büyümektedir.
Oysa son yirmi
yıldır dünyaya egemen olan yeni dünya düzeni ideolojisi, toplumu değil, bireyi
ön plana çıkardığını, bireyin özgürlüğünü sağladığını iddia etmektedir.
Sağlanan şey, bireyin özgürlüğü değildir aslında, bireyciliktir. Toplum
parçalanmakta, ayrıştırılmakta ve ‘insanlar’ toplumdan kopartılmış bireyler
haline dönüştürülmektedir. Sanki bir ‘demokrasi’ gelişimi sonucu, ‘demokratik’
bir tavır gibi ortaya konulan ‘bireyin özgürlüğü’ söylemi, aslında postmodern
toplumun ‘yalnızlığa savrulmuş’ bireyini savunmaktadır çeşitli biçimlerde. Bu
bireylerin ‘sivil toplum örgütleri’ içinde demokratik haklarını savunacakları
iddia edilmektedir. Ama, birbirlerinden kopartılmış bu bireyler, birbirlerinin
sorunlarından ve söylemlerinden de habersiz bırakılmaktadırlar doğal olarak.
Birbiri ile bağlantısız, dayanışmaları engellenmiş binlerce ‘sivil toplum
örgütü’, en şiddetli toplumsal çelişkileri, asıl çatışma noktalarını ve en
önemlisi giderek global ‘büyük birader’in denetim organlarından biri haline
dönüşen merkezi idarenin tasarruflarını göremez olmuşlardır. ‘Kim kime, dum
duma’ bir haldedirler. Çoğu kez birbirleri ile sürtüşmekten, kazara yapılacak
ortak bir eylem varsa, ön plana çıkma mücadelesi vermekten, asıl yapmaları
gerekeni yapamaz duruma gelmişlerdir. TMMOB’nin Odalarına bakalım bir: Hangi
Oda, bir diğeriyle benmerkezci olmayan bir işbirliği içerisindedir? Bir başka
Oda ile aralarında çatışma ve çıkar kavgası olmayan kaç Oda vardır bu bünyede?
Ve artık kaç Oda, meslekle ilgili toplumsal çıkarları, meslek adamının maddi
çıkarlarından daha öncelikli görmektedir?
Meslek odaları ve
sendikalar birbirlerinden, dernekler ortak ilgi alanlarından, bireyler
toplumdan kopmuştur. Türkiye’de özellikle ’80 sonrası politikalar, bu kopuşu
hızlandırmıştır. Köşe dönmeci, paragöz, az zamanda ve az emekle çok kazanma
istekli, hiçbir toplumsal değere önem vermeyen, bencil, tüketici, üretimin ve
emeğin değerini bilmeyen nesiller yetiştirilmiştir ülkemizde... Çevresel
değerler, doğal değerler, kültürel değerler adeta ezilip bir kenara
atılmaktadır. Ahlaksızlık ve her ne pahasına olursa olsun kişisel çıkarlar egemendir
bu topluma...Toplum, toplumsallığını unutmuştur. Bu bir yokoluş sürecidir.
Çünkü artık insanoğlu, doğasına aykırı, toplumsal olma niteliğine aykırı bir
yola girmiştir. Böyle bir toplumda ne dayanışmadan, ne imeceden, ne işbirliği
ile birşeyler üretmekten sözedebiliriz. Yalnızca vahşi bir tüketimin
amaçlandığı bir toplum, sonunda kendini de tüketecek, yiyip bitirecektir.
İşte böyle bir
ortamda Odaların genel kurullar sürecini yaşıyoruz. Toplumun giderek
umursamadığı, haklarında ‘olsa da olur olmasa da’ yorumunu getirenlerin
arttığı, bazı kimseler tarafından ‘zaten siyasi’ bulunan ve kapatılmalarında
mahsur bulunmayan meslek odalarına karşı bu ortamda, hiç olmazsa üyelerinin
ilgisini ayakta tutabilecek, sahip çıkmalarını sağlayabilecek ‘heyecanlar’ var
mıdır?
Ne yazık ki
yoktur. Zaten olsaydı, hiç olmazsa genel kurullara katılım düzeyi bu denli
düşük olmazdı. Genel kurullara katılım bir yana, yüzde yirmiler, otuzlar
düzeyinde bir seçim katılımını başarılı sayıyoruz artık! Oda’ya kayıtlı toplam
mimarların üçte birinden fazlasının bulunduğu İstanbul’da, Büyükkent Şubesi’nin
genel kuruluna katılım oranı yüzde 5, seçimlerine katılım oranı yüzde 15’in
altındadır.
Ne var ki, Odalara
ilgisizliği, Oda çalışmalarına katılımın azlığını yalnızca yukarıda özetlediğim
nedenlere bağlamak, ‘toplumsal duyarsızlığı’ tek suçlu göstermek, Meslek
Odalarının çalışma program ve tarzlarını, bugüne kadar göstermiş oldukları
performansı aklamak olurdu. Oysa durum öyle değildir.
I.
Mimarlar Odası’nın bugün yaklaşık 28000 üyesi vardır. Esasen olması gereken üye sayısı bundan oldukça fazladır. Kamu çalışanlarının üye olma zorunluluğu bulunmasa dahi, pekçok serbest ya da özel kesimde ücretli çalışan mimarın üye olmamakta direnmesinin gerekçelerini bulmak gerekir. Şu ya da bu sebeple kaydolmamış mimarların kesin sayısı bilinmemektedir. Ancak, 82 Anayasası’nın kamu çalışanlarına getirdiği üyelik serbestisi öncesi yaklaşık 15000 üyesi bulunan Odanın o yıllarda yine yaklaşık yılda 1000 yeni kayıt yaptığı dikkate alınırsa, bugün Mimarlar Odası’nın 33000’in üzerinde üye sayısı olması gerekirdi. Yani, tahminen (hiçbir bilimsel veri yoktur) 5000’den fazla mimar meslek odasına kayıt olmaya gerek duymamaktadır. Buradaki vahim durum şudur: Kaydolmayan mimarlar, sorulduğunda, kayıtlı olduğu halde Oda’ya ilgisi zayıf kalmış meslektaşları ile aynı yanıtları vermektedir. Mimarlar Odası üyelerinin bir çoğu ‘Oda’nın kendilerine bir şey vermediğinden’ yakınmaktadırlar. Mimarlar Odası, mimarların gözünde giderek ‘mecburen kaydolunan’ bir ‘dernek’, ya da, bir kısmı için, ‘kayıt zorunluluğu bulunmayan bir dernek’, hatta bazıları için, ‘zorla para toplayan ve vize harcı alan bir ceberut devlet kurumu’ olarak belirmektedir.
Mimarlar Odası’nın bugün yaklaşık 28000 üyesi vardır. Esasen olması gereken üye sayısı bundan oldukça fazladır. Kamu çalışanlarının üye olma zorunluluğu bulunmasa dahi, pekçok serbest ya da özel kesimde ücretli çalışan mimarın üye olmamakta direnmesinin gerekçelerini bulmak gerekir. Şu ya da bu sebeple kaydolmamış mimarların kesin sayısı bilinmemektedir. Ancak, 82 Anayasası’nın kamu çalışanlarına getirdiği üyelik serbestisi öncesi yaklaşık 15000 üyesi bulunan Odanın o yıllarda yine yaklaşık yılda 1000 yeni kayıt yaptığı dikkate alınırsa, bugün Mimarlar Odası’nın 33000’in üzerinde üye sayısı olması gerekirdi. Yani, tahminen (hiçbir bilimsel veri yoktur) 5000’den fazla mimar meslek odasına kayıt olmaya gerek duymamaktadır. Buradaki vahim durum şudur: Kaydolmayan mimarlar, sorulduğunda, kayıtlı olduğu halde Oda’ya ilgisi zayıf kalmış meslektaşları ile aynı yanıtları vermektedir. Mimarlar Odası üyelerinin bir çoğu ‘Oda’nın kendilerine bir şey vermediğinden’ yakınmaktadırlar. Mimarlar Odası, mimarların gözünde giderek ‘mecburen kaydolunan’ bir ‘dernek’, ya da, bir kısmı için, ‘kayıt zorunluluğu bulunmayan bir dernek’, hatta bazıları için, ‘zorla para toplayan ve vize harcı alan bir ceberut devlet kurumu’ olarak belirmektedir.
Odaya kaydını
sürdüren pek çok kamu çalışanı gibi, özel sektörde çalışan meslektaşlar
arasında da yaygın olan ‘Odamız olmazsa olmaz, yanlışlara ve eksikliklere
rağmen Odamızı desteklemeliyiz’ şeklinde özetlenebilecek yaklaşımın da giderek
kırıldığı gözlenmektedir. Bu kırılmada en önemli neden, ‘yanlışların ve
eksikliklerin’ giderilmesi umudunun yitirilmekte olmasıdır.
Tüm bu
olumsuzlukların ve yaygın kanaatin sonucu olarak, Oda’ya kayıtlı mimarlarla da
ilişkiler kopmuştur. Oda üyelerinin %40 kadarının adresleri kayıp olmuştur.
10000’e yakın üyeye ulaşılamamaktadır. Ulaşılabilenlerden ise aidatları
alınamamakta, toplantılara, genel kurullara ve Oda seçimlerine katılımları
(Yasadaki ceza tehdidine karşın!) sağlanamamaktadır. Aidat toplama oranı %25’i
bulduğu zaman, Oda yöneticileri kendilerini ‘başarılı’ saymaktadırlar. Aidat
gelirlerinin toplam oda gelirleri içindeki payı da, neredeyse önemsenmeyecek
kadar, düşüktür.
Oysa ‘aidat’, bir
meslek örgütünün en önemli gelir kalemi olmalıdır. Üyelerin meslek örgütüne
sahip çıkıp çıkmadığını belirler aidat ödeme oranı. Ayrıca meslek örgütünün
hayatiyetini gösterir. Eğer meslek örgütü üyesinin mesleğini uygulamada
karşılaştığı sorunlarının çözümü için üyesinin yanında yer alıyorsa, yani
üyesine sahip çıkıyorsa, demokratik hak, yetki ve sorumluluklar için mücadele
platformları oluşturabiliyorsa, meslekle ilgili ülke sorunlarının çözümünde
öneriler geliştirebiliyorsa... genel olarak mesleğin gelişimi ve geleceğiyle
ilgili konularda üye dayanışmasını sağlayabiliyorsa, o zaman üyeler ödedikleri
aidatın ‘doğru’ yerlere aktığını görecek ve örgütüne sahip çıkacaktır.
II
Durum göstermektedir ki, yalnızca ‘toplumsal deformasyon’ değil, duyarlılıkları harekete geçiremeyen, duyarlılıkların harekete geçirilebilmesi için ortamlar yaratamayan çalışma program ve tarzları da meslek odalarına olan kayıtsızlığı, artırmıştır.
Durum göstermektedir ki, yalnızca ‘toplumsal deformasyon’ değil, duyarlılıkları harekete geçiremeyen, duyarlılıkların harekete geçirilebilmesi için ortamlar yaratamayan çalışma program ve tarzları da meslek odalarına olan kayıtsızlığı, artırmıştır.
Özellikle yapı
sektöründe etkin mesleklerin odalarına baktığımızda, bu odalarda çalışmaların
ağırlığının ‘mesleki denetime’ verildiğini, oda kurullarının büyük kısmının
‘mesleki denetim’ ile ilgili konularda toplandığını ve meslekle ilgili tartışmaların
çoğunluğunu ‘mesleki denetim’ ile ilgili konuların oluşturduğunu görmekteyiz.
En azından Mimarlar Odası için durum budur. Nitekim, bu odalarda mesleki
denetim gelirleri, aidat gelirlerinin tam aksine ve giderek artan bir oranda,
Oda gelirlerinde en büyük paya sahip durumdadır. Oysa mesleki denetim gelirleri
‘hukuki’ durumu itibariyle her zaman tartışmalı olmuş ve merkezi idarenin
TMMOB’ne bağlı odalar üzerinde en önemli tehdit aracı olmuştur. Mesleki denetim
gelirleri azalınca oda etkinliğinin de gerilediği bir gerçektir çünkü!
Artık bu konunun
ciddi bir şekilde masaya yatırılması gerekmektedir. Öncelikle Oda çalışmalarını
‘mesleki denetim’ sendromundan kurtarmak ve çalışma alanı ağırlıklarını dengeli
bir şekilde yaymak gerekir. Üyelerinin mesleki hak, yetki ve sorumluluklarına
sahip çıkan, meslekle ilgili ülke sorunlarına çözüm yolları arayan, üyeler
arası dayanışmayı, toplumsal muhalefeti harekete geçiren, meslek odasının
demokratik baskı grubu özelliğini vurgulayan bir ‘demokratik örgüt’, gerçek bir
‘hükümet dışı örgüt’, bir ‘sivil toplum örgütü’ programını hayata geçirmek
gerekir.
Diğer yandan,
mesleki denetimin bazı iç hastalıklarının da olduğu kanısındayım. Hem denetimin
usulü itibariyle, hem de mesleki denetimle meslek odalarına yüklediğimiz sorumluluklar
itibariyle. Usul bakımından bakacak olursak, şunu kabul etmeliyiz ki, nasıl bir
avukatın savunmasının veya nasıl bir hekimin teşhisinin kendi meslek odalarının
‘denetimine’ girecek olması ‘tuhaf’ bir durum olursa, bir mimarın projesinin
meslek odasındaki bir ‘personel’ tarafından ‘kontrol’ edilmesi de aynı
tuhaflıktadır ve kanımca ‘mesleğe ve meslektaşa saygı’ bakımından kabul
edilebilir bir durum değildir.
Kaldı ki, mesleki
denetimin başlangıç amacı, yetkisiz kişilerce, yani mimar ve mühendis olmayan
kişilerce yapıların projelerinin hazırlanmasının, imza taklitçiliğinin ve
imzacılığın –ki bu son derece büyük bir etik sorundur- önüne geçmekti. Yani,
mesleki denetim, zaten TMMOB Yasasının ve İmar Yasası gibi ilgili yasaların
öngördüğü şekilde, bir ‘yetki’ denetimidir aslında. Mimari projeyi hazırlayan
kişinin mimar olup olmadığı, Oda üyesi olup olmadığı, mesleki faaliyetine engel
bir halinin olup olmadığı bu denetimle anlaşılacaktır. Eğer bu denetim sonucu
olumlu ise, Oda, vereceği üyelik belgesi ile, bu denetimin yapıldığını ve
üyesinin mimarlık faaliyetinde bulunma yetkisinin engellenemeyeceğini
ilgililere bildirmiş olacaktır.
Mimarlar Odası
artık mesleki denetim adı altında ‘proje/fatura’ denetimi yapmaktan
vazgeçmelidir. Mesleki denetim, ‘yetki’, yani ‘üyelik’ denetimi olarak
düzenlenmeli, proje denetiminden alınan ücretler programlı bir şekilde, zaman
içinde kaldırılmalıdır. Yoksa bu durum, bazılarının yaptığı ‘odalar haraç
topluyor’ şeklindeki insafsız ve haince değerlendirmenin zeminini hazırlar.
Daha da vahimi, bu durum, bazı büro sahibi meslektaşlarca ‘Mimarlar Odası’nın
asıl geliri mesleki denetim geliridir. Büro sahiplerinden alınan gelirlerle
ayakta kalan Oda, program önceliğini büro sahiplerinin sorunlarına vermeli,
diğer konularla uğraşmamalı’ gibi bir yaklaşımın benimsenmesinin önünü
açmaktadır. Oda yönetmeliklerinin de bu anlayışa hizmet edecek şekilde
yapılandırıldığını, ücretli meslektaşların ‘telif haklarının’ kısıtlandığını,
hazırladıkları projelere imza atmalarının engellendiğini görmekteyiz.
Mesleki denetim
gelirlerinden vazgeçememenin sonucunda, yapı sektöründe etkinliği olan
mesleklerin odaları, bu sektördeki sorumluluklarını artırmak yolunu seçerek bu
gelirlerine yasal ‘kılıf’ bulma çabasına girmişlerdir. Bu çabanın sonucunda bazı
oda birimlerinin daha ileri giderek, ‘yapı denetimi’ yapmayı ‘hak ve yetki’
olarak gördüklerini izlemekteyiz. Oysa meslek odalarının, gerçekten de, ne bu
yetkiyi merkezi idare ve yerel yönetimlerin elinden almaya çalışmaya, ne de bu
yetkide pay sahibi olmaya hakları vardır. Ne imar hukuku buna uygundur ne de,
zaten, meslek odalarının varlık nedeniyle uyumlu bir taleptir bu. ‘Yapı
denetimi’ uygulamasına giren meslek odası, meşruiyetini kaybeder, ‘hükümet
dışı’ olmaktan çıkar. Bu yola giren meslek odası, ‘sivil toplum örgütü’
olmaktan uzaklaşır, ‘bağımsızlığını’ kaybetmekle kalmaz, hırsızlık, rüşvet,
suiistimal, rant paylaşımı kavgası ile kirletilmiş imar düzeninin bir parçası
olur ister istemez. Meslek odaları bugüne kadar bu tür talep ve çabalara girmek
yerine, üyelerinin ve aday üyelerinin mesleki eğitimlerinin kalitesini
artırıcı, yapı ve meslek standartlarını yükseltici, meslek ahlakını üyelerine
benimsetici çabalar içinde olsalardı, bugün karşılaştığımız pek çok sorunla
karşılaşmayacaktık.
‘Yapı sektöründe
mesleki faaliyet gösteren meslek odaları’nın tartışması, özeleştiri yapması ve
yeniden yapılanmaları gereken öncelikli konulardan biri ‘mesleki denetim’dir.
Bugün bu gereğin en büyük nedeni ilgili meslek odalarınca mesleki denetimi
yapılmış olduğu halde depremlerde yıkılan yapılardır. Yapı ve meslek
standartlarına öncelik vermeyen bir mesleki denetimin sonuçlarını acı bir
şekilde görmekteyiz.
III
1999 yılı adeta bir korku filmi gibi geçti ülkemizde. Mesleğimizin doğrudan ilgi alanına giren pek çok konuyla karşılaştık. Ama yaşadığımız büyük deprem felaketleri tüm konulardan daha büyük bir önemle ve can acıtıcı bir biçimde karşımıza çıktı. Bu depremler ülkemizdeki son derece eşitsiz yaşam koşullarını daha da eşitsiz bir hale getirdi: Yurdun geniş bir coğrafyasında yaşayan yüzbinlerce insan, doğal afetin getirdiği yıkımın sonuçlarına büyük bir acıyla katlandılar. Katlanmaya, ağır kış koşulları altında, işsizlik, açlık, barınma sorunları altında ezilerek devam ediyorlar.
1999 yılı adeta bir korku filmi gibi geçti ülkemizde. Mesleğimizin doğrudan ilgi alanına giren pek çok konuyla karşılaştık. Ama yaşadığımız büyük deprem felaketleri tüm konulardan daha büyük bir önemle ve can acıtıcı bir biçimde karşımıza çıktı. Bu depremler ülkemizdeki son derece eşitsiz yaşam koşullarını daha da eşitsiz bir hale getirdi: Yurdun geniş bir coğrafyasında yaşayan yüzbinlerce insan, doğal afetin getirdiği yıkımın sonuçlarına büyük bir acıyla katlandılar. Katlanmaya, ağır kış koşulları altında, işsizlik, açlık, barınma sorunları altında ezilerek devam ediyorlar.
Deprem, elbette,
doğal, önünden kaçamadığımız bir yerküre etkinliği. Bazı depremlerin de büyük
yıkımlara neden olabileceği bir gerçek. Ülkemiz, ne yazık ki, bir depremler
ülkesi ve sık sık, üstelik güçlü bir şekilde, bu doğa olayı ile karşılaşıyoruz.
Ancak, depremin etkilerini, ölümcül ve yıkıcı sonuçlarını azaltıcı önlemler
almakta, nedense, hep yetersiz kalıyoruz.
Kocaeli-Gölcük ve
ardından Düzce depremlerinde de bu yetersizliklerin ne kadar büyük felaketlere
yol açabileceği, çok acı bir şekilde, görüldü. Her boyutta plansızlığın –ülke
ölçeğinde fiziki planlama eksikliği ve yanlışlıklarının, kentsel planlama
eksiklik ve yanlışlıklarının– ve her boyutta imar rantı açgözlülüğünün neden
olduğu ‘önlem alma’ eksikliği bir yana bırakılarak, her felaketten sonra
yapıldığı gibi, suçlu arama peşine düşüldü. Her deprem yıkımından sonra
yapıldığı gibi en büyük suç payı müteahhitlere biçildi. Bu paya daha sonra
belediyeler ve politikacılar ortak edildi ve sonunda da plansız kentleşme ve
sağlıksız yapılaşmadan ‘toplum olarak’ zanlı olunduğunda mutabakat sağlandı.
Ancak, nedense, mimarlar ve mühendisler, bu suçta pay sahibi olduklarını ifade
etmekten olabildiğince kaçındılar. Depremde yıkıma uğrayan alanların ‘mimarlık
dışı alanlar’ olduğu bile söylendi.
Oysa, bu büyük
depremlerin etki alanlarına, özellikle Kocaeli – Gölcük depreminde yıkıma
uğrayan alanlara bakıldığında buraların büyük bir kısmının ‘imarlı’ alanlar
olduğu görülmektedir. ‘Kaçak yapılaşma’ oranının düşük olduğu bölgelerde yıkım
oranı, böyle bir depremde olması beklenenden çok daha yüksek gerçekleşmiştir.
Yıkılan yapıların çok büyük bir kısmının imar yasasına uygun olarak inşa
edildiği ve hatta pek çoğunun da projelerinin meslek odalarınca denetlenmiş
olduğu anlaşılmaktadır. Yani, projeleri yetkili mimar ve mühendislerce
hazırlanmış, projeleri ilgili belediyesinin yetkili fen adamlarınca onaylanmış,
yine ilgili belediyesinin, mimar ve mühendislerin ve fenni mesullerin denetimi
altında inşa edilmiş, ilgili belediyesinin yetkili fen adamlarınca son
denetimleri yapılarak iskan ruhsatı verilmiş yapıların çoğu yıkıldı.
Bu tablo bize
gösteriyor ki, ya bu depremler taş taş üstünde bırakmayacak kadar güçlü ama biz
yanlış hesap yapıp zavallı müteahhitleri, belediye başkanlarını, belediye
meclis üyelerini ve diğerlerini boşuna suçluyoruz, ya da tüm bu yasal süreç
göstermelik, yani her şey bir yalanlar yumağı ve bu yalanlar yumağına ortak
olan herkes bu suçta pay sahibi.
Ne yazık ki,
ikinci şık geçerlidir. Ve mimarlar, şehir plancıları, mühendisler ile onların
meslek odaları da bu imar yalanları yumağında pay sahibidirler. En az hırsız
müteahhitler, en az imar planlarını değiştirip kat rejimine müdahale eden
belediye meclis üyeleri ve bunların üzerinde baskı kuran toplum kesimleri ve
bireyler kadar.
Bu noktada (biz
mimar olduğumuza göre) başta mimarlık mesleği ve meslek odamız olmak üzere,
ilgili tüm meslek dalları ve bunların meslek odaları bir özeleştiri yapmak,
toplumla açık bir şekilde, korkmadan yüzleşmek, eksiklik ve hatalarını
belirlemek ve bu ağır yıkımdaki paylarından dolayı toplumdan özür dilemek durumundadırlar.
Bu meslekler ve odaları, yaptıkları özeleştiri sonucunda, gelecekte benzeri
durumlarla karşılaşmamak için, mesleki eksiklikleri, yanlışlıkları ve
yapılabilecek mesleki iyileştirmeleri saptamak ve bu iyileştirmeler için
atılması gereken adımları atmak zorundadırlar.
Elbette bu oldukça
büyük çaba gerektiren bir süreçtir. Bu çabayı örgütlemek, doğru ve gerçekçi,
ülke koşullarına ve zamanın gereklerine uygun saptamaları yapmak, kararları
vermek görevi meslek alanının yetkili kurum ve kurullarınındır.
Ama ilk bakışta görülen odur ki, uygun olmayan zeminde yapılaşmanın, imar planı değişiklikleri ile ya da kaçak yoldan yapılan kat artışlarının, tasarım hatalarının, kısa kolonların, hatalı konsolların, boşluklu zemin katların, malzeme bozukluğunun ve eksikliğinin işaret ettiği ortak nokta olarak, yapı standartlarımız yeni baştan ele alınmalıdır.
Ama ilk bakışta görülen odur ki, uygun olmayan zeminde yapılaşmanın, imar planı değişiklikleri ile ya da kaçak yoldan yapılan kat artışlarının, tasarım hatalarının, kısa kolonların, hatalı konsolların, boşluklu zemin katların, malzeme bozukluğunun ve eksikliğinin işaret ettiği ortak nokta olarak, yapı standartlarımız yeni baştan ele alınmalıdır.
IV
Ülkemizde uyulması zorunlu kılınmış yapı standartları, ne yazık ki, son derece yetersizdir. İlgili kamu kuruluşları ve üniversitelerin yapı standartlarını geliştirme doğrultusunda bir çabası olmadığı gibi, meslek odalarının da bu kapsamda bir çalışması, ne yazık ki yoktur. Belediyelerin imar yönetmelikleri ve meslek odalarının asgari çizim standartları, bu gereksinimi karşılamaktan uzaktır. İmar yönetmeliklerinin yapı standardı sayılabilecek referansları pek azdır.
Ülkemizde uyulması zorunlu kılınmış yapı standartları, ne yazık ki, son derece yetersizdir. İlgili kamu kuruluşları ve üniversitelerin yapı standartlarını geliştirme doğrultusunda bir çabası olmadığı gibi, meslek odalarının da bu kapsamda bir çalışması, ne yazık ki yoktur. Belediyelerin imar yönetmelikleri ve meslek odalarının asgari çizim standartları, bu gereksinimi karşılamaktan uzaktır. İmar yönetmeliklerinin yapı standardı sayılabilecek referansları pek azdır.
Gelişmiş yabancı
ülkelerde bu standartlar, başta ‘yapı ve yapım güvenliği’ esas alınarak son
derece gelişkindir ve bunlara uyulması kesinlikle zorunludur. Oysa, ülkemizde
mimarlara adeta bir ‘mimarlık yapamama koşulları’ olarak dayatılan imar
yönetmelikleri yapı standartlarını içermekten çok ‘rant geliştirme’ sınırlarını
çizmektedir. Bu sınırlar da, %50’den fazla kaçak yapılaşan kentlerimizde zaten
tanınmamaktadır. Kaçak olmayan, yani imar kurallarına uygun yapılaşan alanlarda
ise mimarlar, mesleğin gereklerini yerine getirmekten daha çok, bir ‘rant
teknisyenliği’ görevi ile karşı karşıya kalmaktadırlar. Ele aldıkları arsanın
çap ve krokisini ‘en fazla daire’, ‘en fazla metrekare’, nihayet ‘en fazla kar’
elde edecek şekilde değerlendirebilen mimar, piyasanın ‘başarılı mimarı’
olmaktadır. Odaların çizim standartları ise yalnızca ‘asgari teknik çizim’
standartlarını içermekte, hiç olmazsa projelerin çizimlerinin ‘mimarca’
olabilmesini hedeflemektedir.
Meslek odaları
çağdaş yapı standartlarının geliştirilmesi için hiç gecikmeksizin çalışmalarına
başlamalıdırlar. Önce iş ve yapı çevresi güvenliği sonra deprem güvenliği,
yangın güvenliği, çocuk, yaşlı ve sakat güvenlik ve kolaylıkları, ses ve ısı
izolasyonları, su izolasyonu ve bir sağlıklı yapı için gerekli tüm diğer
standartlar saptanmalı ve bunlara uyum zorunlu hale getirilmelidir. Bu
çalışmaların eğitim kurumları, enstitüler, yerel yönetimler ve ilgili kamu
kurumları ile işbirliği halinde geliştirilmesinde yarar vardır.
Yapı
standartlarının geliştirilmesi gerektiği gibi, bu standartlara uygunluğun test
edilebileceği laboratuar koşullarının da geliştirilmesi ve gereksinime yetecek
kadar laboratuarın oluşturulması gerekmektedir. Beton testlerinin, yangın
dayanım testlerinin, izolasyon testlerinin, vb. yapılabileceği laboratuarların
yurt sathında yaygınlaştırılması ve buralarda çalışacak ehliyetli laborantların
yetiştirilmesi zorunludur.
Meslek
standartları ise, daha çok mesleki eğitim ve deneyimdeki yeterliliğe
ilişkindir. Serbest meslek faaliyetinde bulunan kişinin, o mesleği toplum
yararına en iyi şekilde uygulayabilmesi için gerekli asgari mesleki birikimini
belirler. Uluslararası Mimarlar Birliği (UIA) yıllardır üzerinde uğraşılan ve
tartışılan ‘mimarlık mesleğinin uygulanmasında tavsiye edilen uluslararası
profesyonellik standartlarına ilişkin mutabakat metni’ çalışmasını
tamamlamıştır. Bu metin, UIA üyesi mimarlık örgütlerine bir dizi ‘standart’
geliştirme tavsiyesinde bulunmaktadır.
Özetle, UIA, mimar
adaylarına yetkili ve bağımsız kurumlarca yeterliliği ‘onaylanmış’ (eşdeğerliği
kabul edilmiş – akredite edilmiş) okullarda, bir mimarda aranan temel
nitelikleri sağlamaya yeterli süre ile eğitim ve okul sonrası mesleki pratik
önermektedir. ‘Bir mimarda aranan’ temel nitelikler, 1985 yılında kabul edilen
bir Avrupa Topluluğu Komisyonu direktifi ile, 11 maddelik bir liste halinde
belirlenmiş, daha sonra bu AT Direktifi, UIA tarafından standart
geliştirme çalışmalarında esas alınmıştır.
Ülkemizde mimarlık
eğitiminin kalitesizliği ve yeterli düzeyde mesleki eğitim almış mimarların
yetişmesini sağlamak için ‘mesleğin yeniden düzenlenmesi gerektiği’ sıkça dile
getirilmektedir. Gerçekten, özellikle, akıl ve izandan yoksun bir şekilde,
plansız ve programsız açılan yeni mimarlık okullarının eğitim kadrosu ve
donanımı yetersizdir. Bu okulların, hizmetlerin serbest dolaşımının öngörüldüğü
ve programlandığı bir ortamda, gelişmiş ülkelerdeki okullara eşdeğerliğinden
sözetmek mümkün değildir. Genç mimar adayları, üzüntü vericidir ki, iyi
yetişmemektedir. Mimarlık eğitimi için uygun olmayan yerlerde, yetersiz eğitim
kadrosu ve yetersiz eğitim malzemesi ile, bilgi ve görgüden yoksun olarak mezun
edilen genç mimarların yeterli ‘mimarlık eğitimi’ alabildiklerini kimse
söyleyemez.
Mimarlar Odası’nın
önünde bu düzeysiz ve yetersiz eğitim ortamına müdahale etmek, hem mimarlık
okullarının eğitim standartlarının yükseltilmesi ve hem de meslek içi eğitimde
ileri adımların atılması için etkinliklerde bulunmak görevi bulunmaktadır.
Ne var ki,
Mimarlar Odası’nın son yılları, bu çabayı göstermek yerine, meslek odasının
örgütlenme şemasının değiştirilmesine yönelik ‘yasa’ tartışmaları ile
geçmiştir. Geçtiğimiz aylar içinde, Oda yönetimince hazırlanan ve ilgili
kurumlara sunulan yasa teklifi de, içerik olarak, mesleki eğitim ve uygulama
standartlarının yükseltilmesini değil, Mimarlar Odası’nın örgütlenme şemasını
değiştirmeyi hedeflemektedir. TMMOB’den ayrılarak bağımsız bir ‘mimar odaları
birliği’ hedefleyen, Mimarlar Odası’nın mimarların bir mesleki dayanışma
örgütü, içinde demokratik hak ve sorumlulukları için çaba gösterdikleri,
ülkemizin mesleğimizle ilgili sorunlarına çözüm yolları aradıkları bir
demokratik ‘baskı grubu’ niteliğini reddeden, elit bir mimarlar grubunun
mimarlığın geleceği hakkında antidemokratik kararlar vereceği bir ‘kamu kurumu’
niteliğine dönüştürmeyi amaçlayan bir anlayışın ürünüdür.
Elbette, yukarıda
da belirttiğim gibi, eğitimde sorunlarımız vardır. Ama eğitimde yaşanan
sorunlar, 5 sene değil, 15 sene mimarlık eğitimi verseniz, bu ülkede ortadan
kalkmaz. Nasıl kalksın, belki daha pek çok donanımsız mimarlık okulu açılacak önümüzdeki
yıllarda. Çünkü işsizlik %20 yi aşmış durumda ve yoksulluk sınırında
yaşayanların sayısı da 12 milyon kişiden fazla. Yalnız okul süreci-öğrenim
değil, pratik eğitimde de çarpıcı sorunla karşı karşıya durumdayız, iki yıl
değil, 12 yıl staj yaptırsanız bu ülkede, sorunları aşamayacağız. Hele sanat
olduğunu iddia ettiğimiz mimarlıkta, stil tartışmalarının, sübjektif
ölçütlerin, değerlendirmelerin ağırlık kazandığı bir meslek alanında, gençler
hangi doğruları gerçekleştirmiş olduğu hepimizce benimsenmiş hangi mimarlık
bürolarında staj görecekler de, ne öğrenecekler? Yılda 1000, belki Kıbrıs
çıkışlılarla beraber çok daha fazla mezun mimarı iki yıl süre ile staj
yaptırabilmek, ‘gençleri yanlış, meslek ahlakına aykırı yollara sevk
etmeyecek’, ‘doğru işler yaptığından emin olduğumuz’, ‘kimsenin itiraz
etmeyeceği’ kaç mimarlık bürosu bulabileceğiz?
Üyelerin genel
olarak bilmediği, hakkında bilgi sahibi olmadığı bir metin söz konusudur. Bu
metin üyelerin tartışmasına açılmamıştır. 1982 Anayasası dahi, çok daha fazla
tartışmaya açılmış ve hiç olmazsa ‘kimin ve neden karşı olduğunu açıklığa
kavuşturmuş’ bir süreçten geçmiştir. Oysa, Oda'nın bu son yasa tasarısı metni,
üyelerin bilgisine sunulmaksızın ve görüşleri alınmaksızın –yangından mal
kaçırır gibi– Hükümete ve ‘ilgili kurumlara’ teslim edilmiştir. Üyelerini
katılım ve katkıdan mahrum eden, onları Oda yönetiminin kararlarından uzak
tutan bir anlayış söz konusudur.
Diğer yandan bu
metnin UIA Genel Kurullarında kabul edilen şartlara uygun olduğu söylenmektedir.
UIA bünyesinde dahi bu kuralların son derece sancılı bir süreçten geçerek
yürürlüğe girdiği bilinmektedir. Bu sürecin 1998 yılı öncesinde Mimarlar Odası,
yeni dünya düzeninin ve bu düzenin örgütleyicisi konumundaki Dünya Ticaret
Örgütü’nün dayatmaları ile şekillenen UIA çalışmasının, global sermayenin
değil, mimarlığın uluslararası gereksinimlerine göre ve kültürel farklılıklar
gözetilerek yeniden biçimlenmesi için etkin bir çaba harcamıştır. Bu çabanın
daha sonra, UIA Pekin Genel Kurulu sürecinde, öncesinde ve sonrasında,
gösterilip gösterilmediğini bilmiyorum.
UIA’nın bu
çalışması bir ‘yasa’ çalışması değildir. Bir ‘mesleki profesyonellik
standartları’ manzumesidir. Hatta, uzun tartışmalar sonunda kabul gören bir çok
standart tanımının ‘tavsiye’ niteliğinde olduğu da bilinmektedir. Bu detaylar
ve bu tavsiyeler hakkında Oda üyeleri yeterli bilgi sahibi değillerdir. Kaldı
ki, bilgi sahibi olsalar bile, uygulamaya geçirebilmek için sadece üyelere
bilgi vermekle kalınmamalı, uluslararası ve ulusal mesleki hukukumuz meslek içi
eğitim konusu haline getirilmeli, tüm üyeler bu eğitimi almalıdırlar. Bu
eğitimin ve yaşanacak sürecin ‘interaktif’ bir eğitim ve süreç olması gerekir.
Bu uyarılar defalarca Oda yönetimine ve kurullarına iletilmiştir. Böylesi bir
meslek içi eğitimin ön koşulları 1996-1998 döneminde hazırlanmıştır. Adımları
atılmıştır. Finansman olanakları dahi araştırılmış ve bu yönde girişimlerde
bulunulmuştur.
Bu geçmiş
deneyimlerden de yararlanarak ve finansman kaynaklarını zorlayarak, Mimarlar
Odası, mesleki uygulama ve yapı standartlarının yükseltilmesi için gereken
girişimleri ve çalışmaları gecikmeksizin başlatmalı, tüm üyelerin katılımının
zorunlu kılınacağı meslek içi eğitim programı hayata geçirilmelidir. Bu
çalışma, aynı zamanda neredeyse tamamen kopuk durumdaki Oda-Üye diyalogunun
kurulması ve kayıp üyelerin Oda’ya yeniden kazandırılması için eşsiz bir
fırsattır.
V
Mimarlık mesleği, meşruiyetini, en başta, ‘özerk’ olma niteliğinde bulur. Tıpkı doktorların ‘hipokrat yemini’ gibi, mimarların hangi koşul altında çalışıyor olursa olsunlar mesleğin gereklerinden taviz vermeyeceklerinin ve herhangi bir kişisel çıkardan bağımsız bir mesleki uygulama içinde olacaklarının taahhüdü, mesleğin ‘özerk’ olma niteliğinde yatar. İster kamuda çalışsın, ister serbest büro sahibi olarak çalışsın veya ister özel kesimde ücretli olsun, mimar, ‘özerk’ bir meslek faaliyeti içindedir. Bu özerkliği zedeleyen davranış, artık o mesleğin meşruiyetini de zedeler hale gelir.
Mimarlık mesleği, meşruiyetini, en başta, ‘özerk’ olma niteliğinde bulur. Tıpkı doktorların ‘hipokrat yemini’ gibi, mimarların hangi koşul altında çalışıyor olursa olsunlar mesleğin gereklerinden taviz vermeyeceklerinin ve herhangi bir kişisel çıkardan bağımsız bir mesleki uygulama içinde olacaklarının taahhüdü, mesleğin ‘özerk’ olma niteliğinde yatar. İster kamuda çalışsın, ister serbest büro sahibi olarak çalışsın veya ister özel kesimde ücretli olsun, mimar, ‘özerk’ bir meslek faaliyeti içindedir. Bu özerkliği zedeleyen davranış, artık o mesleğin meşruiyetini de zedeler hale gelir.
Ekonomik çıkar
ilişkilerinden kaynaklanan baskıların bu temel idealin çiğnenmesinde ve gözardı
edilmesinde en önemli etkenler olduğu söylenebilir. Müteahhidin hırsızlığına
göz yuman fenni mesul mimar, amirinin mesleki yanlışlar içeren, ülke ve halkın
çıkarlarını değil de, kişilerin çıkarlarını öngören emirlerini uygulayan kamu
görevlisi mimar, belediye meclisinin yanlış kararlarında pay sahibi olan kent
plancısı ve mimar, işverenin daha fazla rant yaratma isteği uğruna sağlıksız ve
çevre faktörlerini gözetmeyen yapıların projelerine imza atan özel büro sahibi
mimar, tarihi ve doğal çevreye, kentsel kimliğe, kültürel birikime zarar verici
bir yaklaşım içeren yapıya imza atan mimar... Bunların hepsinin ortak noktası,
yaptıkları eylemin karşılığı olarak, ‘ekmek kavgası’ içindeki ‘durumlarını’
korumaları olmaktadır. Önce işsizlik endişesi, sonrasında ise ‘daha çok
kazanma’ hırsı, meslektaşlarımızın mesleki ilkelerden taviz vermelerine neden
olmaktadır.
Oysa meslek etiği,
içinde bulunulan konum ne olursa olsun, mesleğin gereklerinin yerine
getirilmesini ve kişisel çıkarların, mesleki ilkelere aykırı taleplerin reddini
zorunlu kılmaktadır.
Bunu yaparken
mimar, en yakın destekçisi olarak ve yanıbaşında, Mimarlar Odası’nı görmek
isteyecektir. Meslek odası meslektaşa, üyesine, meslek etiğine uygun davranışı
sırasında destek olmazsa, meslektaşları onunla dayanışma içinde bulunmazlarsa
ve sonuç olarak mimar kendini bir yalnızlık içinde bulursa, en sonunda yapacak
birşeyi kalmadığını hissedip teslim olursa, orada mesleki etiğin varlığından
söz edilemez.
Bugün Mimarlar Odasının
Onur Kurulu’nda ele alınan konuların başında, mesleki denetim ağırlıklı olarak,
Oda kurallarına uygun olmayan davranışlar ve diğer telif sürtüşmeleri
gelmektedir. Birçok meslektaşın, iş sürtüşmeleri nedeniyle, bir diğer
meslektaşla mahkemelik olduğu bilinmektedir. Bu da göstermektedir ki, topluma
ve çevreye karşı sorumluluklarının bilinciyle davranmak bir yana, kendi
aralarında dahi bir dayanışmadan, karşılıklı saygı ve güvenden, meslek
etiğinden yoksun bir kitleyiz.
Bu eksikliğin
giderilmesi için UIA’nın kabul ettiği etik kurallardan ve Mimarlar Odası
pratiği içinde onlarca yıldır edinilen birikimden de yararlanılarak ‘mesleki
etik kurallar’ oluşturulmalı ve bunun hem akademik ve hem de meslek içi
eğitiminin verilmesi için Mimarlar Odası gerekli girişimlerde bulunmalı ve
yeniden örgütlenmelidir.
VI
Tüm dünyada mimarlığın bir ‘kriz’ içinde olduğu söyleniyor, toplum içindeki konumu ve ‘hayatiyeti’ tartışılıyor. Gerçekten de, kullanıcı ile mimar arasındaki bağın koptuğu bir mimarlık, toplu konut üreticilerinin, dev inşaat şirketlerinin kullanıcıların taleplerini biçimlendirdiği bir mimarlık, seri üretim mekan tasarlayan bir mimarlık, mekanı bir ‘tüketim malı’ haline getiren ve paketleyerek satan bir mimarlık, bahçe içerisinde müstakil ev projelerinin yüzlercesini birden dergi ve bilgisayar disketlerinde pazarlayan bir mimarlık, artık, bizim bildiğimiz, anladığımız mimarlık olmaktan çıkmıştır. Mekana karşı böyle bir tutum, tüketim canavarı haline getirilmiş bir toplumun, mimarlığı da tükettiği anlamına gelebilir mi?
Tüm dünyada mimarlığın bir ‘kriz’ içinde olduğu söyleniyor, toplum içindeki konumu ve ‘hayatiyeti’ tartışılıyor. Gerçekten de, kullanıcı ile mimar arasındaki bağın koptuğu bir mimarlık, toplu konut üreticilerinin, dev inşaat şirketlerinin kullanıcıların taleplerini biçimlendirdiği bir mimarlık, seri üretim mekan tasarlayan bir mimarlık, mekanı bir ‘tüketim malı’ haline getiren ve paketleyerek satan bir mimarlık, bahçe içerisinde müstakil ev projelerinin yüzlercesini birden dergi ve bilgisayar disketlerinde pazarlayan bir mimarlık, artık, bizim bildiğimiz, anladığımız mimarlık olmaktan çıkmıştır. Mekana karşı böyle bir tutum, tüketim canavarı haline getirilmiş bir toplumun, mimarlığı da tükettiği anlamına gelebilir mi?
‘Seç, beğen, al’
türü ev projesi dergi ve disketleri ülkemize de girdi, kitabevlerinde ve
hipermarketlerde satılıyor. İçlerine bir göz atıp beğendiğiniz bir müstakil
konutun projesinin ozalitlerini, UIA üyesi bir meslek örgütüne kayıtlı bir mimarın
imzası ile birlikte temin edebilirsiniz kolayca. Ya da katalogdan seçtiğiniz
bir konutu, üç-dört ay gibi kısa süre içinde göstereceğiniz arsaya inşa edip
teslim edebilecek firmalar türedi. Çoktandır ilginç olaylar yaşanmaya başlandı,
bu anlamda: Hazır konutların imar mevzuatına uygun bir şekilde inşa
edilebilmesi sorunlu olmaya başladı. İlgili belediye ve meslek odalarından
gerekli denetim ve onayların alınmasında içinden çıkılmaz tartışmalar yaşanır
hale geldi. Yabancı mimarların tasarladığı bu konutların projelerine nasıl, ne
şekilde onay verileceği tartışmaları var artık.
Hizmetlerin
serbest dolaşımı alanında ülkeler arasındaki sınırların kaldırılması ile ilgili
anlaşmalar, sözleşmeler yürürlüğe giriyor yavaş yavaş. Yabancı mimarlar,
aslında ‘hizmetlerin serbest dolaşımı’ ile ilgili yasal düzenlemeyi
beklemediler. Ne zamandır ülkemizdeler. ‘Şimdilik’ kaydı ile, ‘imzacılık’ yapan
meslektaşlarımızı taşeron olarak kullanıyorlar. Ama bir süre sonra onlara
ihtiyaçları kalmayacak, yerli taşeronları bir kenara atacaklar. Yalnız
ülkemizde değiller elbet, başka gelişmekte olan ülkelere de hizmet ihraç
ediyorlar, örneğin Lübnan’a. Beyrutlu meslektaşlar yakınıyorlar, bu yabancı
mimarların nasıl kültürel değerleri hiç önemsemeden, tarihi ve doğal çevreyi
umursamadan ve kendileriyle işbirliğine girmeksizin iş yaptıklarından.
UIA
toplantılarında ve özellikle kuzey ülkelerinin mimar örgütlerince yayımlanan
dergilerin sayfalarında karşılaşılan bir saptama var: Bu ülkelerde mimarlar,
artık iş bulmakta güçlük çekiyorlar. Bu ülkelerde nüfus artışı büyük ölçüde
durmuştur. Hatta bazılarının nüfusu azalma eğilimine girmiştir. Mevcut konut
stoklarında fazlalık vardır ve daha ötesi, gerekli iyileştirmeler de
tamamlanmıştır. Ancak dev organizasyonlar halinde çalışan mimarlık büroları,
yine dev yatırımların proje yöneticiliğini üstlenmekte ve emek yoğun değil,
sermaye yoğun olarak büyümeyi hedeflemektedirler... Küçük bürolar, özellikle
‘tek başına’ mimarlık yapmaya çalışan mimarların kurduğu mimarlık büroları
giderek ezilmekte, yok olmaktadırlar. Bu bürolar, restorasyon, renovasyon,
tadilat, dekorasyon, hatta bahçe tasarımı işleri ile yaşamlarını sürdürmeye
çalışmaktadırlar. Mimar örgütlerinin dergileri, artık yurtdışında hangi ülkede
ne işler olduğu, bu işleri almak için kimlerle temas kurulması gerektiği ve
benzeri bilgiler veriyor üyelerine. Özellikle güney ülkelerinin yüksek
taleplerine ve gelişmekte olan ülkelerin ekonomik büyüme potansiyellerine göz
dikmiş durumdadırlar.
Şimdi, yukarıdaki
son dört paragrafa bir daha, ama daha dikkatlice bakarsak, UIA içindeki Dünya
Ticaret Örgütü güdümlü ‘mimarlıkta profesyonellik standartları’ çalışmasının
ABD çıkışlı olarak niçin gündeme geldiğini ve niçin ‘daha uzun süreli eğitim’
ve ‘uzun süreli staj’ dayatmasıyla karşılaştığımızı anlayabiliriz herhalde.
Kuzey ülkelerinin hiçbirinde, mimarlık eğitiminde bir ‘kalitesizlik’ sorunu
yaşanmıyor. En azından böyle bir sorun gündeme gelmedi son yıllara kadar. Ama
ne zaman ki Dünya Ticaret Örgütü hizmetlerin serbest dolanımı ile ilgili
kararlar aldı, ne zaman ki Avrupa Topluluğu bir mimarda aranan esas nitelikleri
bir konsey direktifi ile belirledi, işte o zaman, birdenbire, UIA anladı ki,
mimarlar iyi yetişmiyor! Kuzey ülkelerinin mimarlık alanındaki sermaye
organizasyonlarının önündeki yerel engellerin, hem yasalar ve hem de ‘mimarlar’
düzeyinde kaldırılması, globalleşen dünyada gerekliydi çünkü. Kim ister yerel
mimarlık örgütlerinin kısıtlayıcı formalitelerini? Kim ister, bir avuç baldırı
çıplak genç mimarın ucuz emek gücüyle karşılarına çıkmasını?
Kuzey ülkelerinin
güney ülkeleri üzerindeki emellerini görmeyip ekmeklerine yağ sürmeyi ‘başarı’
sayan ve ülkemizde ilgili makamlara bu doğrultuda başvuruda bulunan bir
anlayışı, şiddetle kınamak gerektiğini düşünüyorum. Elbette, yabancı mimarlara
bir yasak konulması söz konusu değildir. Aksine, uluslararası etkileşimin önem
ve değerini bilmek gerekir. Kaldı ki, pek çok Mimarlar Odası üyesi de,
yurtdışında başarılı sınavlar vermişlerdir. Şurası açık ki, Mimarlar Odası
üyeleri, rekabet koşullarımız iyileştirilirse, standartlarımız yükseltilirse
uluslararası arenada daha büyük başarılara ulaşabileceklerdir. Ama, bir
‘oldu-bitti’ yöntemi ile ve hayatın gerçeklerine uymayan bir içerikle ‘meslek
yasası dayatmacılığı’ yapılmasına da itiraz etmek, bunun yerine yapı
standartlarında, eğitimde ve meslek içi eğitimde kalitenin yükseltilmesini
önermek gerekir.
Ve Son Olarak
Görülüyor ki,
ülkemiz mimarlarının ve Mimarlar Odası’nın önünde düşünülmesi, üzerinde
araştırma yapılması, tartışılması ve çıkış yolları bulunması gereken çetrefilli
sorunlar vardır. Bu sorunlara, ve sorunların yarattığı sıkıntılara bütünlük
içinde bakmamız gerektiğini düşünüyorum. Sorunları sadece belirli ayrıntılardan
kavramaya çalışmak ve mimarlığın sorunlarını yalnızca belli bir bakış açısından
yakalamaya çalışmak bizleri çok yanlış noktalara götürüyor.
Son yıllarda
mimarlıkla ilgili hemen her konunun ‘korumacılık’ bakış açısıyla ele alındığını
görmekteyiz. Örneğin, Adana depreminden sonra bile, ‘koruma’ öncelikli basın
açıklamaları yapıldı ve toplantı düzenlendi. Bu bize, ‘eğer insanın elindeki
tek alet çekiçse, her şeyi çivi olarak görmeye başlar’ özdeyişini hatırlatıyor.
Oysa, Mimarlar
Odası ve üyeleri olarak, sorunlarımıza çare bulmak için gerekli olanaklarımız
ve yaratıcı, dönüştürücü potansiyelimiz vardır. Yeter ki, mesleki ilgi
alanımızda olup bitenleri at gözlüğü takarak değil, objektif olarak, geniş bir
bakış açısıyla, bütünüyle ve ne kadar can acıtıcı olursa olsun bütün çıplaklığı
ile görebilelim. Bu olanaklar ve potansiyel, Mimarlar Odası’nın örgütlü gücünde
vardır. Ancak bu gücü dağıtmak, parçalamak, mimarların toplumla bütünleşmiş,
yurtsever, halktan yana mesleki dayanışmasına engel olmak isteyecekler de
vardır. Yeni dünya düzeninin türedileridir onlar. Onlara bu olanağı tanımamak,
ancak, Mimarlar Odası üyelerinin ‘özerk’, ‘meşru’ bir meslek ve ‘bağımsız,
hükümet dışı örgütleri’ için verecekleri demokratik mücadele ile mümkün
olacaktır.