2017, Kanıksanmış Kaos


Önce şunda anlaşmamız gerekiyor: Melih Gökçek ne kendi isteği ile ne de bir yargı kararı ile görevini bırakmadı. İstifasını verirken bile “başarısız ya da yorgun olduğum için değil,  hakkımda herhangi bir soruşturma da yok” diyordu. Başkanlığının son gününe kadar hakkında çıkan her türlü söylenti, eleştiri ve hatta mahkeme kararları karşısında demir gibi duruyordu. Ama emir demiri kesiyormuş demek ki. İstifası dikte edildi ve görevinden böylece alındı.

Bu istifaya sevinenler olabilir. “Oh, nihayet Melih’ten kurtulduk” diyenler de olabilir. Oysa “emirin demiri kestiği” anı gösteren fotoğraf, Türkiye’nin içinde bulunduğu hali yansıtıyor ve bu hal ne yazık ki son derece iç karartıcıdır. Kaldı ki, yerine seçilecek kişinin böylesi bir konjonktürde bambaşka bir profil çizeceğine nasıl inanabiliriz ki?

Öyle ise sevinenler ne için sevindi? Mahkeme kararları karşısında dahi demir gibi duran Başkan, istifası ile bu sanal mutluluğa neden yol açtı? Melih Gökçek, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı olduğu günden başlayarak kent suçu işlemeye kararlıydı. O, elbette, böyle bir suçun varlığından ve ne olduğundan habersizdi. Bilmiyordu. Çağdaş kentin ne olduğu, nasıl olması gerektiği konusunda uzmanların ne söylediğinin bir önemi yoktu. Ona göre onlara sorması da gerekmiyordu. Hayalleri vardı. Bu da ona yetiyordu. “Mimarlar işimize karışmasınlar, kendi işlerini yapsınlar!” diyordu.

1994 seçimlerinde sol yelpazedeki adayların kısır çekişmelerinden yararlandı, Ankara halkının büyük çoğunluğunun şok geçirdiği bir sonuç elde etti. Seçildiği daha ilk günlerde Türkiye’nin ilk “battı çıktı”sını yapmaya girişti. Önceki başkan Karayalçın Metro çalışmaları için Kızılayı trafiğe kapatmış, Meşrutiyet ve Mithatpaşa Caddelerini tek yönlü trafiğe çevirmişti. Kızılay trafiğe açılınca, bu caddeler eski trafik akışına döneceklerdi. Bu caddelerdeki yoğun trafik Ziya Gökalp Caddesi kavşağında zorlanıyordu. Taze Başkan Gökçek bu soruna hemen çözüm buldu ve ilk “icraatı” olarak bu kavşakta Mithatpaşa Caddesinden Sıhhiye’ye trafik akışını sağlayacağını düşündüğü tek yönlü bir köprü inşaatına girişti. Odalar hemen dava açtılar. Yürütmeyi durdurma kararı aldılar. Demir adam, inşaatı gündüz durduruyor, gece sürdürüyordu. Mahkeme kararı ile bu durum tutanağa alındı. İnşaat yine de durmadı. Mahkeme 2000’lik planı iptal etti. Belediye Meclisi alay eder gibi1/2500 planı kabul etti. Başkan ne dendiyse dinlemedi. “Araç trafiği kavşaklarda durur, kent araçlara ait değil insanlara aittir, şehrin içindeki bütün kavşaklara köprü yapılamaz” denildi. Yanıt olarak “…on yedi köprü daha yapacağım” dedi. Mithatpaşa köprüsünü bitirdi, açılışa bir gün kala “Mahkeme kararına uyuyorum, köprü trafiğe kapalıdır” dedi ve kâğıt bir kurdele ile köprüyü kapattı. Açılış saatinde taksiciler ve o yolu hiç kullanmayan dolmuşçular kâğıttan kurdeleyi yırtıp geçtiler ve Ankara’da kente karşı suç, kentliye karşı suç ve hukuksuzluk düzeni böylece başladı. Meydanlar, kamusal alan olan her yer, battı çıktılara ve “ekspres” yollara kurban edildi. Sanatın içine tükürülmesi, yok edilen heykeller, Belediye ambleminin değiştirilmesi, kent kapıları takıntısı, dinozorlar ve benzeri oyuncaklar ise AOÇ ve ODTÜ tecavüzlerinin yanında söz etmeye bile değmez.

Meşrutiyet ve Mithatpaşa Caddelerinde hızla akan trafikte yayalar karşıdan karşıya geçmekte güçlük çekince, ayakları kaldırımları işgal eden merdivenli yaya üst geçitleri gündeme geldi. Hiç kimsenin kullanmak istemediği, kullanamadığı bu yaya üst geçitleri de açılan davalara, alınan mahkeme kararlarına karşın, çok sayıda yapıldı… Bir kenti “hız” yolları ile paramparça eden, yayaya, engelliye, yaşlıya, çocukluya hak tanımayan bu “belediyecilik” anlayışı, kentin ana planına ve ulaşım ana planına aykırı imar uygulamaları ile “kente karşı suç”ta eşik atladı. Parsel bazında imar uygulamalarına geçildi. Altyapı, yoğunluk, sosyal donatı alanları, aktif yeşil alanlar gibi kriterler “daha fazla rant” kriteri karşısında yok sayıldı. Yeni gözde iskân alanları, altyapı sorunlarıyla baş edemez durumda kaldı.

İstifa ettiği için mutlu olanlar, “Melih Gökçek olmasaydı Ankara yaşanılır bir kent olmaya devam edebilirdi” diye düşünmekte haklılar. Bugün Ankara, devletin küçültülmesi –özelleştirmeler, sosyal devletten vazgeçilmesi- sürecinin başladığı Özal döneminden başlayarak İstanbul’a kaçan ana akım sermaye ve ona ayak uyduran mimarlık, sanat ve edebiyat ortamından çok kan kaybetti. Kızılay Meydanı ve çevresindeki cadde ve sokaklar çöküntü alanlarına dönüştü. Yalnız Kızılay değil, kentin bütününde bir “mezbelelik”, bir “sefalet” hali hüküm sürüyor. Ne yazık ki, kentliler de bu hali adeta kanıksamışlar gibi. Pislik içindeki kırık dökük, otomobillerin işgali altındaki kaldırımlarda aldırışsız yürüyorlar. Cumhuriyetin, Mustafa Kemal’in Türkiye’sinin bir ifadesi olan Güven Anıtına ve bu anıtın içinde bulunduğu Güven Park’ın durumuna bakan, İller Bankası binasının Melih Gökçek tarafından yıktırılmasına şaşırmaz. Bir zamanlar “başkent Ankara” dendiği zaman ilk akla gelen, kentin gözdesi olan Kızılay, Güven Park ve çevresi artık çöp ve lağım kokuyor. Onca uyarıya karşın yapılan üst geçitler bile bakımsızlık içinde. Kırık mermerleri ve paslanmış çelik aksamlarıyla “heyula” gibi, bomboş, duruyorlar. Yayalar ise caddelerde karşıdan karşıya otomobillerin önünden, arasından, tavuklar gibi kaçışarak geçiyorlar. Kentin hemen her yerinde yol kenarları ve kaldırımlar çift sıra, bazen üç sıra park etmiş araçlarla işgal edilmiş. Kent içinde hız yolları açmak hevesi ise fiyaskoyla sonuçlanmış: ulaşım uzmanlarının uyarısı gerçeğe dönüşmüş, trafik kentin her yerinde tıkanır olmuş.

2011 yılında yazdığım bir yazıda “madem ki iktidarım, her istediğimi yaparım” anlayışının demokrasilerde olamayacağını, bir ülkede yerel yönetimler “mimarlar işimize karışmasın” virgülünden, “yargı işimize karışmasın” noktasına gelmişse o ülkede demokrasinin (hukukun) varlığından kuşku duymamız gerektiğini söylemiştim. Melih Gökçek içimize kuşku yerleştirmekte en önemli katalizörlerden biri olmuştu. Eğer seçimlerde “kentte kaos” hedefleyen bir programla aday olan biri olsaydı, herhalde daha başarılı olamazdı sanırım.