2011, Bu Ne İnattır Böyle?

Siz Bilmezsiniz… Ben Bilirim…
(TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi Bülteni, Sayı 90, Haziran, 2011)

Fatih Söyler


Japonya birbirini tetikleyen üç felâketi üst üste yaşadığında, aklıma büyük ozan Nâzım’ın dizeleri geldi. Ne diyordu Nâzım “Stronsium 90” adını verdiği şiirinde?

Acayipleşti havalar,
bir güneş, bir yağmur, bir kar.
Atom bombası denemelerinden diyorlar.

Stronsium 90 yağıyormuş
                         ota, süte, ete,
                         umuda, hürriyete,
                         kapısını çaldığımız büyük hasrete.

Kendi kendimizle yarışmadayız, gülüm.
Ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz,
ya dünyamıza inecek ölüm.

Nâzım Hikmet bu şiirini 1958’de yazmış. O tarihe kadar Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombaları ve çeşitli nükleer denemelerle ortaya çıkan radyasyon, Çernobil ve Fukuşima nükleer santrallerinden kaynaklanan radyasyonun yanında az kalıyor. Yalnızca Çernobil faciası, kimi kaynaklara göre, Hiroşima’ya atılan atom bombasının 400 katı radyasyonu yeryüzüne yaydı.

Türkiye’de yapılması düşünülen nükleer santrallere ilişkin kaygılar, Japonya felâketleri ile daha da büyüdü. Önlerinde yeni nükleer santral projeleri olan tüm dünya ülkeleri, bu projeleri ya durdurduklarını ve yeniden gözden geçireceklerini açıkladılar, ya da tümden vazgeçip rüzgâr ve güneş enerjisi alternatiflerini geliştirmeye yöneldiler. Yalnızca benim ülkemde atom enerjisi kullanma kararından dönülmedi. Bir nükleer santralin kaza riskini, tüp gaz patlaması riskine eşit kılan bir hükümetimiz olduğunu böylelikle öğrendik.

15 Mayıs’ta TMMOB “demokrasi ve özgürlük için, mühendis ve mimarların mesleki hakları için, yaşanılır bir dünya için” bir yürüyüş düzenlediğini duyurduğunda bazı meslektaşlardan tepki aldık. Bize “siyaset yapmayın” dediler. Oysa umudun ve özgürlüğün yeşermesine olanak vermeyen bir yaşam, ölü bir gezegende ömür boyu yaşamaya mahkûm olmak değil mi? Mimarlık ölü değil, taşı toprağıyla, gelinciklerinden ispermeçet balinalarına kadar tüm canlılarıyla yaşamın var olduğu bir dünyada var olabilir ancak. Bu nedenle mimarlar yaşamı tehdit eden girişimlere, ormanların ve su kaynaklarımızın yok olmasına neden olabilecek yatırımlara, yerel yönetimlerin kentlinin katılımı olmaksızın aldığı ketsel dönüşüm kararlarına itiraz ediyorlar. Kentlerimizin temel insan haklarını, yaya haklarını, engellileri, yaşlıları ve çocukları düşünmeden gelişmesine karşı duruş sergiliyorlar. Tarihi ve doğal çevremize, kültürel mirasımıza sahip çıkıyorlar. Kentsel çevrenin ve yapıların biçimlenmesinde, mimarlığın önemine, çağdaş mimarlığa vurgu yapıyorlar. Üstelik, tüm bunları yapma görevi, mühendislerin ve mimarların meslek örgütlerinin kuruluş yasasında var.

Merkezi ve yerel yönetimlerin toplumun ortak geleceği, temel insan hakları ve mesleğimizin ilgi alanına giren tüm karar ve uygulamaları hakkında görüş ve düşüncelerimizi açıklamak, kamuoyu ile paylaşmak, ilgilileri uyarmak bu nedenlerle, elbette görevimizdir.

Peki, uyarılarımız dikkate alınıyor mu? İlgililer, görüşlerimizi dinliyorlar mı? Raporlarımızla, basın açıklamalarımızla, toplantılarımızla dile getirdiğimiz görüşler, ülkemizde demokratik bir iklimin yaşandığına işaret eden bir tepki alıyor mu?

Geçmişte, meslek odalarının söylediklerine –nispeten- dikkat edilir, yapılan açıklamalar kamuoyunda büyük yankı bulurdu. Son yıllarda buna olumlu yanıt vermek zor. Ne umutsuz olmak, ya da umutsuzluğa kapılmak isterim, ne de umutsuzluk duygusu yaymak isterim. Meslek odalarının sözlü-yazılı uyarıları karşılıksız kalınca, kentlere, tarihi ve doğal çevreye ilişkin olumsuzlukları önlemek için giderek daha fazla yargıya başvurmak zorunda kaldıklarını biliyoruz. Ama yürütme erkine sahip olanların yargı kararlarını dinlemediklerini, hatta bilirkişi raporlarına dayanarak alınmış bu yargı kararlarını iş ve eylemlerine birer engel gibi görmeye başladıklarını görmek, demokratik hukuk devletine yakıştırılabilir mi?

Bir ülkede yerel (ya da merkezi) yönetimin başındakiler önce “mimarlar işimize karışmasın” der, “engel olmaya kalkarlar diye projeleri açıklamıyoruz” diyebilir, yeterli tepki görmeyince daha da cesaretlenip “yargı işimize karışmasın” derse, toplum da buna aldırış etmiyorsa, o ülkede demokrasinin geleceğinden (varlığından) kuşku duyulmaz mı?

 “Madem ki iktidarım, illâki istediğimi yapacağım” anlayışı demokrasilerde olmayacak bir şeydir. Saltanat sürmekle eşdeğerdir. Ne yazık ki, yerel yönetimlerde olsun, merkezi idarede olsun, bu anlayışın benimsendiğini, hatta kök salmaya başladığını görüyoruz. Mimarlara, çağdaş mimarlığımıza Selçuklu motiflerini dayatan anlayış, kentlerimizin ortasından ekspres yollar geçiriyor. Kentlerimizin, sahillerimizin görgüsüzce yağmalanmasına göz yumuyor.

Öyle ki, zaman zaman, insanın sorası geliyor: “Bu ne inattır böyle? Demokrasi bu mudur Allah aşkına? Çiçekle, böcekle, karla, yağmurla, toprakla, suyla, sudaki balıkla zıtlaşmak niye? Bu her sözle, her düşünceyle, her başkasıyla kavga etmek neden? Nedir bu işçiye, köylüye, memura, doktora, mühendise, mimara, sanatçıya “siz zaten bilmezsiniz” küçümsemesi, bu “her şeyi ben bilirim” tavrı, bu “küçük dağları ben yarattım” edası?”

1949’dan beri Türkiye’nin üyesi olduğu Avrupa Konseyi tarafından benimsenen Avrupa Kentsel Şartı “ Kentlerimizi ve kasabalarımızı bilgi, kültür ve sanat yuvaları haline getirmek amacımızın, onların mimari güzelliklerini dikkate almadığımız takdirde saygınlıktan yoksun kalacağının farkındayız. Bu bağlamda, kentsel peyzajlarımızın son elli yılda çoğu zaman üst düzeyde bir mimari kalite endişesi duyulmadan geliştiğinin farkındayız. Kent çevresindeki peyzajların pek çoğunu ihmal ederek, kentlerimizin ve kasabalarımızın ruhsuz ve yaratıcılıktan uzak bir ticari kentsel planlama terk ettik. Bu nedenle, mekânsal gelişmemizde mimarlık boyutunu daha fazla dikkate almak ve karar vericilerde ve kentlilerde canlı bir mimari kültürün gelişmesini teşvik etmek istiyoruz…” diyor.

Avrupa Kentsel Şartı, bu duyarlığı sürdürebilmenin ön koşullarını, manifestonun hemen her maddesinde dile getiriyor: Daha fazla katılım, daha fazla demokrasi, daha fazla dayanışma…
Farklı kentsel karar verme düzeylerinde seçimle göreve gelen meclislerin kurulmasını tavsiye eden bu manifesto, “ancak bu oluşum, hiçbir zaman kent halkına doğrudan bilgi verilmesini, konuların kamuoyunda tartışılmasını ve kent planlama süreçlerinde işbirliği yapılmasını engellememelidir” diyor. Kentlerimizde ve kasabalarımızda yaşayan insanların, bu yerleşimleri sorumlu, aktif ve bilgili kentlileri olmadan, bu kent ve kasabaları tam anlamı ile yaşayamayacaklarını belirtiyor.

Türkiye’nin altında imzası olan bu belgeye, bizim yöneticilerimiz ne denli uyabiliyorlar? Katılımı ‘yapılanı onaylama’ olarak algılamak, eleştiriye tahammülsüzlük, bilgi edinmeye ve denetime kapalılık, çağdaş yöneticilik etiği ile hiçbir noktasından örtüşmüyor.