Bu öykü, TMMOB Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi ve Mimarlık Vakfının 2008 yılında birlikte düzenlediği ilk "Mimarlık Öyküleri Yarışması"nda "yayına değer" bulunarak yayınlanmıştı.
Anneannemin babasından kalan eski evin taşlığında, çeşme
başında, elimde bir hortum, bekliyordum seni. Taşlığın avluya bakan tarafında
sağlı sollu iki oda vardı. Bu odalardan birini, bildik bileli, odunluk olarak
kullanırdık. Diğer oda benim için yıllarca gizemini koruyan, içinde ne olduğunu
sormaya bile cesaret edemediğim kapalı
bir kutu olarak kaldı: Kapısında kocaman bir asma kilit takılı odanın taşlığa
bakan penceresi sararmış gazete kağıtlarıyla içeriden perdelenmişti.
Ama o gün, bu odanın içinde ne olduğunu biliyordum.
Çamaşırlığa giderken içinden geçtiğimiz avluyu suladığımı
anımsıyorum. Bu işi yaparken taşlığın iki yanındaki odalardan homurtular
geliyordu. Benim iki katım büyüklüğünde, ne domuza ne kurda benzeyen, kara,
kısa tüylü canavarların homurtularıydı bunlar. Canavarlar niye buradaydı ki?
Niye o odalara kapatılmışlardı? İçeride ne yapıyorlardı? Onların duvarlardaki
halkalara bağlı olduklarını düşünmek, bir an için, beni rahatlatıyordu. Ama, ya
bağlı değillerse? Odalardan birinin içini görmem zaten olanaksızdı. Odunluk
olarak kullandığımız orta katın altındaki odayı ise görmek için kapıyı açmam
gerekiyordu ki, bunu düşünmek bile istemezdim.
Çocukken gece yattığımda tavan arasındaki hayaletlerin
tıkırtıları, yatak odasının kapısı ile tavan arasındaki pencereye sofadan yansıyan
gölgelerle birleşir, merdiven altında gizlendiği ve ne zaman ne yapacağı belli
olmayan zebaninin (bazen adı ‘zincirli’ olurdu) ayak seslerine karışırdı.
Elbette, zebani, zincirli, ya da benzeri bir yaratık yoktu; yaramazlık
yapmayalım diye büyüklerin uydurduğu bir masaldı bu. Taşlıktan orta kata,
oradan da sofaya çıkan merdivenin altında ‘zerzemin’ vardı. Kömürlüğün hemen
arkasında, odunluğa bitişik, çoğu kez odun yığınlarının ardında kalan bu
karanlık ve dipsiz delik, özellikle çocuklar için tehlikeliydi. Sözde zebani,
bu nedenle olsa gerek, burada yaşardı. Pencereye yansıyan korkunç karaltılar sofada,
elinde gaz lambası, mutfağa ya da helaya giden anneannemin ya da dedemin titrek
gölgeleriydi yalnızca. Tavan arasındaki tıkırtıların nedeni ise dedemin bir
türlü baş edemediği farelerdi. Bahçede, taşlıkta, elinde kasaptan aldığı ciğer,
etrafında toplanan bir düzine kediyi hem besler, hem küfredip azarlardı her
gün. Bir işe yaramıyorlardı deyyuslar, fareler cirit atıyordu ortalıkta!
Korkudan kurtulmanın bir yolu da, onun kaynağını unutmak,
akla getirmemeye çalışmaktır. Kimi ıslık çalar, kimi şarkı söyler, kimi kendini
başka işlere verir. Ben de şarkı söylüyordum sanırım. Avluyu, avludaki
çiçekleri, ağaçları sulamak için elimdeki hortumu bir o yana bir bu yana
çevirip duruyordum. Yaz olmalıydı. Bu kadar su, buhar olup uçuyordu sanki.
Üzerimdeki hafif giysiler, onca suyla oynamama karşın, ıslanmamıştı bile.
Birden taşlıkta sizi gördüm. Sen, yanında bir erkek çocuğu,
denizden geliyordunuz. Tuzluydunuz, su dökünecektiniz, elimdeki hortum bu işi
görürdü.
Canavarların varlığından tedirgin olduğunu hissettim.
Sana, “Korkma, ben varım burada, sana bir
şey yapamazlar. Hele bir kalkışsınlar, öldürürüm onları!” dedim. Bir yandan
da hortum elimde, avludaki çiçekleri suluyor, hortumu benden almanı
bekliyordum.
Ama yanıt vermedin. Yanıt vermeyince sana bakmak için
döndüm. O anda ortalık zifir karanlık oldu. Hiçbir şey görmüyordum. Sen orada
mıydın, yoksa gitmiş miydin bilemiyordum.
Sana “Can, seni
göremiyorum can…” diye seslendiğimi anımsıyorum. Hayır, yanıt yoktu.
Karanlıkta yalnızca canavarların homurtuları ve hamamlıktan gelen su sesini
duyabiliyordum. Belki de evin üst katına çıkmış, yıkanıyor, beni duymuyordunuz.
Ama ben burada, sağımdaki, solumdaki, her an odalardan çıkıp üzerime
gelmelerini beklediğim canavarlarla bir başıma kalmıştım. Önümü, arkamı, hiçbir
yanı göremiyordum. Kör olmuş gibiydim. Çaresizdim, korku içindeydim.
“Can,
neredesin can?” diye bağırıyordum…
“Can,
neredesin can?”
Bağırarak uyandım.
Baş odada, sedirde uyuyakalmışım. Meltem iyice sertleşmiş
anlaşılan. Açık pencereden serin deniz havası doluyordu içeriye. Annem üstümü
örtmüş bir pikeyle. Fayton sesi geliyordu sokaktan. Anneannemi almaya gelmiş
olmalıydı. Bahçearasına, akrabaları ziyarete gidecekti.
Yıllar, yıllar sonra, terkedilmiş eski evin sokak
kapısından girerken söylenip duruyordum. “Bu
ev, el atılmazsa, çökecek yakında…” Taşlıkta fazla oyalanmadım, yukarı kata
çıktım. Orta kat yerinde duruyordu, ama güzelim el oyması korkulukların çoğu
kırıktı. Çardaktan çamaşırlığa baktım, çoktan yıkılmıştı. Sofanın bir ucundaki
pencerelerden sarkıp niye kesildiklerini hiç anlayamadığım armut, dut, erik,
zeytin, hurma, portakal, limon, turunç ağaçlarını aradım… Bahçeyi taşlıktan
ayıran, şimdi paslı, kırık dökük demir parmaklıkların dibinde kendiliğinden
bitmiş gelinciğe eğilip yavaşça “seni
özledim…” dedim, “seni hep
özleyeceğim…”