1996, Bildirge, Uluslararası Mimarlar Birliği (UIA) Genel Kurulu, Barselona

Uluslararası Mimarlar Birliği (UIA) Genel Kurulu, 1996, Barselona

Bildirge

28 Haziran 1948’de Lozan’da UIA’yı kuran 27 ülkenin mimar delegeleri, kabul edilen ilk deklarasyonlarında “tahrip olan kent ve kasabaların yeniden inşasıyla insanlığın yaşam koşullarının geliştirilmesi, az gelişmiş bölgelerin kalkındırılması ve konut standartlarının yükseltilmesinde daha etkin bir rol almaya hazır olduklarını, bu amaçla ve diğer mesleki ve kültürel kuruluşlarla işbirliği içinde, maddi ve manevi refaha yönelik taleplerin karşılanabilmesi için sürekli bir çaba göstererek, bireyler ve halklar arasındaki anlayışın geliştirilmesine katkıda bulunmaya ve insanoğlunun gelişmesi ve barışın güçlenmesine kendilerini adayacaklarını” duyurmuşlardı.

Aradan elli yıla yakın bir süre geçti ve dünya mimarlarının onca çaba ve emeğine karşın, bu deklarasyonda gösterilen hedeflere ulaşma yolunda pek az bir mesafe alınabilindi. Belki İkinci Dünya Savaşının yıkımı zaman yitirmeden temizlenebildi ve yıkıma uğrayan kentsel alanlar, modern mimarlığın da olağanüstü yardımıyla, süratle onarılabildi. Ancak günümüzde dünyanın karşı karşıya kaldığı sorunlar, 1948 yılındakilerden daha az kötü değildir.

Bugün, dünya nüfusunun bir milyarı aşkın bölümünün inanılması güç koşullar içinde ve yoksulluk sınırının çok altında hayatta kalma mücadelesi verdiğini biliyoruz. Dahası, devletin küçültülmesini ve özelleştirmeyi talep eden liberalleşme politikaları, tüm dünya halklarına daha fazla işsizlik ve daha fazla yoksulluk dayatmaktadır. Bazı G7 ülkelerinde bile, halkın yaşam standartları hızlı bir düşüş göstermektedir.

Güney ülkelerinin durumu daha da kötüdür. Bölgesel çatışmalar, her gün, çoğu sivil, yüzlerce hayatı söndürmektedir. Savaşlar, doğal felaketler, kırsal bölgelerdeki işsizlik ve zorunlu göçle yerlerinden olan insanlar, çok düşük ücretlerle ve çok kötü koşullar altında çalışmaya razı olarak güçlükle iş bulabildikleri büyük kentleri doldurmaktadırlar. Böylesi bir nüfus patlamasına hazırlıksız yakalanan bu kentlerin çeperleri, halkın insanlık dışı koşullarda yaşadıkları sefalet mahalleleri ile kuşatılmaktadır. Tüm umutlarını yitiren bu insanlar, çareyi metafizik inançlarda, ırkçılık ve köktencilikte aramakta ve hızla sosyal patlamaların potansiyelleri olmaktadırlar.

Bir meslektaşımız dönemimizi "umutsuzluk çağı" olarak tanımlıyor. Günümüz dünyasında olup bitenlere gözlerimiz kapalı ve kulaklarımız tıkalı değilse, bu betimlemeyi onaylamamız gerekir.

Biliyorum ki, Cervantes'in bu fantastik ülkesinde, Miro, Dali ve Gaudi'nin bu güzel kentinde ve Lorca'nın şiirlerinin yankılandığı bu sokaklarda toplanan biz mimarlar, tüm dünya halklarının çığlıklarını duyuyor ve görüyoruz. Ben, kendi ülkemden, biliyorum ki, büyük kentlerde kentsel nüfusun yarısından fazlasının yaşadığı bu alanlar, İkinci Dünya Savaşı'nın yıkımına uğrayan kentlerden çok daha kötü koşullar altındadır. Birçok Güney ülkesi mimarları da kendi kentlerinin aynı, hatta daha vahim koşullar altında olduğunun bilincindedirler.

Oysa bu mutsuz kentlerin kibar sokaklarında günümüz mimarisinin gözalıcı örneklerini görmekteyiz, sanki biri sefalet ve hastalığın kol gezdiği bir çöplüğün ortasında bir Picasso tablosu sergilemiş gibi. Ve ben, her şeye karşın, postmodernizm ve dekonstrüktivizm tartışmaları yaptığımız salonlardan dışarı adımımızı attığımızda karşılaştığımız dünyanın gerçeklerini görmemekte ısrarlı, kör ve sağır mimarların var olabileceğine inanmıyorum.

Biz mimarlar birer sanatçı gibi itibar görmekten hoşlanırız. Oysa bir sanatçı dünyayı değiştirmeye soyunmaz mı? Dünyaya kör ve sağır olan biri, onu nasıl değiştirebilir? Nicanor Parra, şiirinde şöyle diyor:


Küçük burjuvaların cennetine
  girmek istiyorsan eğer, yürümelisin
  Sanat Sanat İçindir yolundan


Çağımız bizi, salt sermayenin küreselleşmesi uğruna, tüm değerlerimizin yerle bir edildiği, tüm insani yanlarımızı çürüttüğümüz ve insanlıkla ilgili tüm kavramların kaosa girdiği bir sürece sürüklemiştir. Bu yeni manyerizm çağında, biz mimarların da, sanat ve edebiyat dünyasının saygın üyeleri gibi, bir çıkış yolu arayışı içinde olmamız son derece doğaldır. Ancak, bu çıkış yolunu ararken, dünyada olup bitenlere karşı kayıtsız kalmamız beni çok rahatsız ediyor. Bana öyle geliyor ki, seçkin stüdyolarımızda etkileyici çiçeklikler tasarlamayı öğrenelim derken ormanı unutmuş gibiyiz. Saygıdeğer çabalarımızın baştan aşağı bir sorgulama ile başlaması gerekmez mi? Güney ülkelerinin halklarının niçin sürdürülebilir bir yoksulluğa mahkum olduklarını ve dünyadaki başlıca megapollerin çoğunun nasıl olup ta bu ülkelerde bulunduğunu sorgulamamalı mıyız? Merkezi yönetimlerin etkilenen kesimlerin katılımını engelleyen mekanizmalarla uyguladıkları kararlarını sorgulamamalı mıyız? Ve yaşam mekanlarımızın dev inşaat kuruluşlarınca seri üretildiği ve bir kara mizah gibi, bilgisayar destekli konut tasarımlarının 1.44 mb disketler halinde süper marketlerde satıldığı bir dünyayı sorgulamamalı mıyız?

Neruda Sorguluyor:

  Macchu Picchu sen, paçavra bir temel üzerinde
  taş üstüne taş koyarak mı yükseldin?
  kömür üstüne kömür, ve en altta gözyaşları?



Fatih SÖYLER
Genel Başkan, Mimarlar Odası, Türkiye