Bu tüm düşüşlerimden farklı
bir düşüştü. Tanrım, ne kadar uzun sürdü! Düştüm, durmaksızın düştüm... İçim kıyıldı
dakikalarca, eridim, gözlerim karardı... Korku, hızla, bir çığ gibi büyüdü
yüreğimde.
Sonunda içi su dolu,
karanlık, dev bir hangarın ta dibinde buldum kendimi. Yüreğim çarpıntılar
içinde kalmıştı. Ama ayaktaydım, kendimi yokladım. Hayır! Ölmemişim! Akıl
almayacak bir durumla karşı karşıyaydım üstelik: Ölmek bir yana, tamamen suyun
içinde kaldığım halde, nefessiz kalmadan ve balıklar kadar kolaylıkla, içinde
bulunduğum su dolu hangarın içinde gezinmeye başlamıştım.
Sakinleşip, kendime gelince
dikkatlice bakıp nerede olduğumu, nasıl bir yere düştüğümü anlamaya çalıştım:
Burası bir hangardan çok bir su tankına benziyordu. Ama içine koca bir evin,
hatta apartman blokunun sığabileceği, insanı ezen büyüklükte bir tank. Başımı
yukarı çevirdiğimde bu tankın açık kalmış devasa kapağından giren ışığın, bazı
yerde daireler çizerek, bazı yerde yelpaze gibi açılarak suyun içinden geçip
bana kadar ulaştığını gördüm. Demek bu ışık aydınlatıyordu su tankının içini.
Tam böyle düşünürken, bir anda anladım ki, aslında ben bir gemideyim. Burası da
geminin ambarı.
Etrafıma şöyle bir
baktığımda gördüklerim, yanılmadığımı anlatıyordu bana. Kocaman paletli
araçlar, bir ekskavatör, bir greyder, bir vinç, ambarın sağına doğru
savrulmuşlardı. Gözlerim, oraya buraya serpiştirilmiş gibi, düzensiz duran koca
kamyonları, çeşitli iş makinelerini de seçince, ne olmuş olabileceğini
düşünmeye başladım: Büyük bir olasılıkla, bu makineler, araçlar, gereçler
yükleme sırasında iyi yerleştirilmemişler, sıkıca bağlanmamışlardı. Böylece,
çalkantılı denizde, yerlerinden kayıp, geminin dengesinin bozulmasına neden
olmuşlardı. İşte, şimdi hep beraber denizin dibini boylamıştık!
Hem böyle düşünüp, hem
buradan kurtulmak için çareler ararken, birden elimde bir su kovası belirdi.
Kova ile, ümitsiz bir şekilde, ambarı dolduran suyu boşaltmaya başladım. Gerçek
dışı bir durum; bunun nasıl olabildiğini
hâlâ anlayabilmiş değilim. Yine de, suyu boşalttıkça ambardaki suyun gerçekten
azaldığını görüyordum. Bu nedenle gittikçe artan bir gayretle çalışmaya devam
ettim.
Ama, daha büyük şaşkınlığı içindeki
su azaldıkça ambarın küçüldüğünü farkettiğimde yaşadım. Evet, inanılır gibi
değildi. O dev gemi ambarının, daha az önce boyumu kaç kat aşan yüksekliğinin
şimdi ancak dizlerimin az üstüne kadar çıkabildiğini görmek, nasıl inandırıcı
olabilirdi ki? Çok değil, belki de birkaç saat içinde, o koca gemi gitmiş,
yerine içinde pancar motoru olan, şöyle yedi-sekiz metrelik bir balıkçı
teknesi gelmişti. Birden, motorun çalışmak için çabaladığını gösteren patırtılı
sesle irkildim. Yarı yarıya suya gömülü olan motor, çalışmak için oldukça
zorlandı önceleri. Ne var ki, çok geçmedi, su azaldıkça zorlanması da azaldı. Sonunda
motor tamamen sudan kurtuldu ve çalışmaya başladı. Motorun çalışması ile birlikte, tahliye
borusundan denize gürül gürül su boşaldığını gördüm. Kovayı bıraktım.
Önceleri yarı yarıya suya
gömülü olan tekne hızla yükseldi, içindeki ıslaklık bir anda gitti, ayaklarımın
güneşin ısıttığı taban tahtalarına bastığını hissettim. Güneşin yakıcı ışınları
omuzlarımı, sırtımı, saçlarımı yaladı.
Dümene geçtim. Yekeyi
kavradım. Ayağımı uzattım. Başparmağımla motora gaz verdim. Sırtımı teknenin
kıçına yasladım. Öğle güneşinin engin bir mavi üzerinde çarpıştığı ak köpüklere
yenilip milyarlarca parçaya bölündüğü o büyülü denizin üzerinde yol almaya başladım.
Teknem ve ben. İkimiz.
Ne keyif!
Ve ne yazık! Birden uyandım.
Niye uyandım ki?