Denizde...


Ne zamandır buradayım, kim bilir? Belki bir önceki geceden beri... Belki de sabah, çok erken, martılar henüz uykudayken çıkmışımdır balığa.  Denizin ortasındayım. Kıyı çok uzaklarda, solgun, uykuda, kıpırtısız...

Güneş doğmak üzeredir. Az öncesine kadar hafifçe esen poyraz durdu. Şimdi, hava gibi, deniz de kıpırtısız. Üzerine yağ dökülmüş sanki. Eğilip bakıyorum: Misinayı çekip bıraktıkça düşen su damlacıkları bile giderek genişleyen minik halkalar bırakıyor denizin yüzeyinde. Birkaç kulaç aşağıda balık sürüleri geçiyor. İrili ufaklı sürüler. Aterinalar, korkusuzca, minik köpüklerden iz bıraka bıraka, oynaşıyorlar. Su, bu izleri, nasıl da uzun süre saklıyor!

Ama deniz dalgasız değil. Kayık sakince yükseliyor, sonra sakince alçalıyor. Sonra yine sakince yükseliyor... Cansız, belli belirsiz bir dalgalanma var. Ölü dalga, bazen kayığı şaşırtıyor: Kayığı demire bağlayan ip, bir anda açılıyor, demiri kaldıracakmış gibi denizden yükseliyor. Sonra, gerilen ip kayığı çekiyor, kayık ileri gidiyor ve ip salıyor kendini. O zaman ip, yumuşak bir kavisle, yavaşça suya çarpıyor. İpin suya değişi, kayığın devinimleri, suda oluşan minik girdaplar, müzik dolu sesler getiriyor kayığın ön tarafından. Bir de kürek, ıskarmoza bağlı olduğu halde, denizin üzerinde salınıyor: Bazen kayıktan uzaklaşıyor, bazen kayığa yaklaşıyor. Hem ıskarmozdan, hem de suyun yüzeyinden ses getiriyor bu salınmalar. Iskarmozdaki ipi ıslatmak gerek. Kürek açılıp da zorlanınca, gıcırdıyor.

Denizin gri rengi, ortalık aydınlandıkça, koyu bir lâciverde dönüşüyor. Ama, buradan kıyıya doğru bakınca, deniz hâlâ gri.

Kıyı, kıyılar, ne kadar güzel görünüyor. Puslu dağların eteklerine yerleşmiş insanlar: Kimi falezlerin, kayalıkların üzerinde, kimi kumsala yakın, düzlükte tutunmuşlar yeryüzüne. Kiremitli çatılar, beyaz yapılar, yüksek çamların, uzun boylu kavakların, servilerin, portakal ve turunç ağaçlarının arasında, utangaç, silik, saklanmak isterken yakalanıvermişler gibi, küçücük, görünmeye başladılar bile: Güneş, ufku kızartarak doğuyor.

Buradan bakıldığında, sanki yoklar. Belli belirsiz kulağıma ulaşan bazı sesler var. Tanımsız, ifadesiz sesler bunlar. Eğer, şu anda olup bitenler hakkında önceden fikir sahibi olmasaydım, herhalde, kıyıdan gelen bu karmaşık seslerin kaynağı konusunda hep şüphede kalırdım. Renk tayfı gibi… Sesler birleşip tek bir ses haline geliyor. Dağlarda, denizin üzerinde, gökyüzünde yankılanan beyaz bir ses bu... Bir uğultu yalnızca… Canlıların ve cansızların, alet, edevat, makine ve motorların ortak sesi... Onları göremiyorum. Ama biliyorum ki, hepsi orada. Hiçbirine ait olmayan, ama hepsine ait bu beyaz ses, bana onların var olduklarını kanıtlıyor.

Şükürler olsun ki, bu ses pek zayıf bir şekilde geliyor buraya. Kentin bu uğultusu, bu denli zayıf olsa da, içinde yaşananların uzaktan bakıldığı gibi olmadığını anlatıyor. Buradan pek uslu görünen, kıyı boyunca huzur verici bir dinginlik içinde uzanan kent, aslında sahtekâr: Çirkin, karmaşık, belâlı, saldırgan, öğütücü, eritici, yok edici. İyi ki buradayım şimdi. Hiçbir ayrıntıyla temasım yok, onları görmüyorum. Bana çok uzaklar. Bana dokunamıyorlar. Bana bulaşmıyorlar.

Buradan algılamak kıyıyı, çok güzel… Sudan, denizle kayığın sakin, aşk dolu cilveleşmelerinden, oynaşmalarından gelen sesler daha da güzel.


Kayık, deniz kokuyor. Denizse kayık...