2012, TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi Genel Kurul Açış Konuşması

25 Şubat 2012
Fatih Söyler

Sayın Divan, Değerli Konuklar, Sevgili Meslektaşlarım,

TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi’nin 42. Olağan Genel Kurulu’na hoş geldiniz. Şubemiz, 42 bin mimarı bünyesinde barındıran Mimarlar Odası’nın üye sayısı bakımından ikinci büyük birimidir. Şubemize 7600 mimar kayıtlıdır. Diğer yandan Şubemiz, etkili olduğu coğrafi alan itibariyle en büyük Şube olma özelliğindedir. Bartın, Bolu, Çankırı, Çaycuma, Çorum, Düzce, Erzincan, Karabük, Karadeniz Ereğli, Kastamonu, Kırıkkale, Kırşehir, Nevşehir, Sivas, Tunceli, Yozgat ve Zonguldak’ta, Oda birimlerimiz, Mimarlar Odasını ve Şubemizi etkinlikleri ile temsil etmektedirler.

Şubemizin bu geniş etkinlik alanı, göz alıcı zenginlikte doğal ve kültürel çeşitliliği barındırdığı gibi, binlerce yıldır bu geniş ve verimli coğrafyada hayat bulan uygarlıkların birikimine de ev sahipliği yapmaktadır. Elbette tüm dünya için önemlidir, ama çağdaş mimarlığımız için her şeyden daha fazla bilgi ve esin kaynağı olan bu birikim, aynı zamanda gelecek kuşaklara aktarılmak üzere bizlere emanet edilmiş paha biçilmez bir kültürel mirastır.

Biz mimarlar bu mirasın değerini elbette biliyoruz ve korumak, emaneti geliştirerek, değerine değer katarak geleceğe aktarmak için çaba gösteriyoruz. Mimarlar Odası’nın artan sayıda birimleri gibi, Bolu’da, Kastamonu’da, Sivas’ta temsilcilik binası olarak restorasyonunu gerçekleştirdikleri tescilli yapıları seçtiler. Son yıllarda bıkmadan, usanmadan sürdürdüğümüz çabamızın toplumun bütününde benimsendiğini, tarihi ve kültürel mirasımıza sahip çıkmada heves ve girişimlerin arttığını görmek bizleri mutlu ediyor. Günümüzde daha çok sayıda yerel yönetimin, daha çok sayıda siyasetçinin ilgi ve hatta başarı ifadesi olarak mimarlık mirasımıza sahip çıkmaları, çok değil, bundan daha otuz-kırk yıl öncesinde “harabelerde tüneyen baykuşlar” olarak nitelendirildiğimiz günlerle karşılaştırıldığında, adeta bir rüya gibi geliyor. Fakat ne yazık ki geçmişte hoyratça kaybettiğimiz ve halen azalarak ta olsa kaybetmeye devam ettiğimiz büyük hazinenin, sivil mimarlık örneklerimizin, Ankara Havagazı Fabrikası gibi endüstri mirası yapılarımızın, pek çok cumhuriyet dönemi modern mimarlık örneği yapılarımızın geri gelmesi ancak bir rüya olabilir.

Elbette, biz elimizde kalanı en iyi şekilde değerlendirmekte kararlı olmakla birlikte, çağdaş mimarlığımız için de aynı kararlılıkla çabalarımızı sürdürüyoruz. Mimarlığımızın bilgi birikimi, yetenek ve yaratıcılığı merkezi ve yerel idarelerin kentleşme/yapılaşma politikalarında hep göz ardı ediliyor. Kentlerimiz bu nedenle mimarlığımızın nimetlerinden yeterince yararlanamıyor. Görmek gerekir ki, kentlerimiz 50’li yıllardan başlayarak son derece hızlı büyümüş ancak ne planlamada, ne yapılaşmada çağdaş norm ve standartlar, altyapı, toplumsal adalet, sağlıklı çevre ve konutlarda barınma hakkı, yeterli yeşil alanlar, insan odaklı kentleşme, yaya hakları, çocuk, genç, yaşlı ve engelliler bakımından bu hızlı büyümeye ayak uyduramamıştır. Bundan 50 yıl önce kırsal nüfus %70’lerde iken, günümüzde kentsel nüfus %70’lere dayanmıştır. Bu hızlı kentleşmenin hem toplumsal-ekonomik nedenlerini iyi irdelemek, geçmişten günümüze kalkınma politikalarını, ülkesel, bölgesel, kentsel planlamaları gözden geçirmek gerekir, hem de ortaya çıkan sorunları ve bu sorunların çözüm yollarını toplumun tüm kesimlerinin katılıp katkı koyacağı metotlarla araştırmak ve bulmak gereklidir.

Ne yazık ki, ülkemizde, neredeyse tüm yerleşimlerde sağlıksız, uygarlıkların beşiği dediğimiz topraklara hiç yakışmayan, ulaşım ve diğer altyapı sorunları ile boğuşan, insanlar için değil de adeta otomobiller için planlanmış, ülkenin depremselliğini göz ardı etmiş, çoğu zaman “salaş” olarak nitelendirdiğimiz bir yapılaşma ile çirkinleşmiş bir “kent” tipi ile karşı karşıyayız. Bu kentlerde korumaya alınan ve restore edilen yapılarımız olsun, tek tük de olsa, iyi niyetli ve hakkını veren işverenlerin verdiği olanakla ortaya çıkan çağdaş mimarlığımızın örnekleri olsun, bu çarpık kentleşmenin çirkin yapılaşması içinde görünmez oluyorlar.

Tekrar vurgulamak gerekir ki mimarlığımız kentin her tarafını bir mücevher haline getirebilecek yeteneğe ve birikime sahiptir. Avrupa’yı ya da gelişmiş ülkelerdeki yaşanılır kılınmış kentleri kıskanmamıza gerek yoktur. İnanıyorum ki mimarlarımıza o olanaklar tanınsa, ellerinden çıkan mücevher değerindeki yapılar çöplüğün içinde kalmaz, kentsel bütünlük içinde yerini bulur. Biliyoruz ki, hepimizin şikayet ettiği bu çarpık kentleşmenin temelinde politikacıların, sermayenin yanlış tutumları var. Bugüne kadar daha çok spekülatörlerin yönlendirdiği, manipüle ettiği bir kentleşme yaşadık ve politikacılar da genelde hep bu spekülatörlerle işbirliği içinde oldular. Bu da bugün içinde olduğumuz kötü kentsel çevreyi getirdi.

Bu noktada siyasetin kentleşme ve yapılaşmaya ayrıca mimarlık mesleği üzerinden müdahalesine dikkat çekmek isterim. Politikacıların, ister merkezi ister yerel yönetimlerde olsunlar, mimarlığa olan hevesleri, kendilerini sorumlu hissettikleri kentsel çevreye kişisel katkıda bulunmak istemeleri anlayışla karşılanabilecek sınırın ötesine geçtiğinde rahatsız edici, hatta zarar verici olabiliyor. Mimari projelere müdahale etmek, kendi ideolojik – kültürel birikimine uygun düşen formları dayatmak, fiziki çevrenin belirli kalıplarla biçimlenmesini sağlamak karar mekanizmalarına egemen siyasetlerin vazgeçilmezi olmaya başladı. Karar erkini elinde tutanların, hangi siyasi eğilimde, hangi mevkide ve her kim olursa olsun, anlaması gerekir ki, düşünce ve ifade özgürlüğünün olmadığı yerde demokrasiden söz edilemeyeceği gibi, yaratıcılıkta özgürlüğün olmadığı yerde ne sanattan, ne edebiyattan, ne de mimarlıktan söz edilebilir. Mimarlık, zamanda ve mekânda yaratıcılığın ifadesidir.

Avrupa Parlamentosu tarafından 1988 yılında kabul edilen Avrupa Yaya Hakları Bildirgesi “Yayanın; motorlu taşıt değil, insan ihtiyaçlarına göre şekillenmiş kent merkezlerinde yaşama hakkı vardır…” diyor.

Peki, kentlerimiz insan ihtiyaçlarına göre mi şekillenmiştir? Bu soruya olumlu yanıt vermek, zor değil, adeta olanaksızdır. Sokaklarımız, caddelerimiz, meydanlarımız, hatta yeşil alanlarımız dahi, insan ihtiyaçlarına göre değil, ne yazık ki yatırımcı-politik tercihlere göre şekilleniyor. Yaya Hakları Bildirgesinin kabul edildiği 1988 yılı öncesinde kentlerimiz plansız, sağlıksız, çarpık gelişmişti. 1988 yılından sonra da düzelmedi, böyle kaldı. Kentlerimiz kentsel rantın eşitsiz dağılımını teşvik eden yatırımlara yönelen merkezi ve yerel idarelerin insan odaklı değil, motorlu araç odaklı kararlarının kurbanı oldular. Sayılı istisnalar dışında, kentlerimizin merkezlerinde yayalar için hayat giderek zorlaştı. Bir yerden bir yere gitmek eziyete, karşıdan karşıya geçmek kâbusa, kaldırımda engelsiz yürümek olmayacak bir hayale dönüştü. Meydanlarımız, caddelerimiz kent içindeki ekspres yollara, zaten sınırlı olan parklarımız ve yeşil alanlarımız giderek rant hırsına teslim edildiler. Bugün tartışmaların odağında olan Kızılay Meydanını, Atatürk Orman Çiftliğini, Haydarpaşa Garını, Taksim Meydanını, Üçüncü Boğaz Köprüsünü, Kanal İstanbul projesini ve diğer projeleri “insan ihtiyaçlarına göre şekillenmiş kentler” amacıyla değerlendirenler, yani mimarlar ve mühendisler, gelişmenin ve yatırımın önünde engel olarak görülüyorlar. Oysa altyapı sorunlarını, trafik keşmekeşini, otopark çilesini yaratanlar, çarpık ve sağlıksız kentleşmenin mimarları, bu kentleri yaşanmaz hale getirenler hep karar erkine sahip merkezi ve yerel yönetimler olmadı mı? Aslında sorunları yaratan bu mimarlık heveslileri, kendi çözümlerine dahi inanmıyorlar. Çünkü birçok örneğinde gördüğümüz gibi, getirdikleri çözümler dahi önceliği yine otomobile, yine kentsel ve siyasi ranta vermektedir.

Öte yandan, belirtmek gerekir ki kentlerimizin çarpık ve sağlıksız gelişmesinde yoksulluğun da etkisi vardır. Bağımsız kaynaklar daha fazlasını söylüyor ama TÜİK verilerini dikkate alsak dahi, ülkemizde çok ciddi bir yoksulluk ve yaşam standartlarında bir düşüş söz konusudur. Yoksulluk kentlerimizin şekillenmesinde önemli bir rol üstleniyor. Kent halkı ne kadar yoksulsa, kentin biçimlenmesi de o kadar yoksullaşıyor. Son yıllarda geliştirilen kentsel dönüşüm projeleri kentlerimizin fiziki çarpıklığını değiştirme iddiasını taşıyor, ama bu öngörüsüz ve yetersizdir. Kentsel dönüşüm, gelir dağılımındaki adaletsizliğin giderilmediği, özgürlüğün ve demokrasinin gelişmediği yerde halkın barınma sorununa doğru çözüm getirmekten çok başka amaçlara hizmet ediyor.

Kentsel dönüşüm dediğimiz zaman hemen akla gelen TOKİ uygulamalarından yalnız kentlilerin değil, biz mimarların da hoşnutsuz olduğunu belirtmeliyiz. Kentsel dönüşümde şu an yürütülen ve uygulama aşamasında olan projelerin genelinde amacına uygun ve olması gerektiği şekilde yapıldığını söylemek pek mümkün değil. TOKİ uygulamalarında genel olarak karşılaştığımız sorun kentsel dönüşümde kent halkının ve ilgili tarafların karar ve uygulamada katılımlarının sağlanmamasıdır. Çarpık yapılaşmanın oluşumunda toplum olarak, yerel ve merkezi yönetimlerle birlikte, hepimiz sorumlu olduğumuz halde, bu sorumluğu sadece kentlerin sağlıksız gelişmiş mahallelerinde yerleşik insanlara yüklemek, çoğunlukla yoksul ve güvencesiz durumdaki bu insanları sağlıklı/ulaşılabilir barınma ve umutlu bir gelecek garantisi sağlamadan yerlerinden etmek vicdansızlıktır. Şu an kentsel dönüşüm böyle bir tutumla yürütülmek isteniyor ki zaten bu yüzden tepkiler oluyor, mahalle direnişleri çıkıyor, barınma hakkı mücadeleleri gündeme geliyor.

Oysa TOKİ olsun, yerel yönetimler olsun, bu dönüşümü yapacak olanların buralarda yerleşmiş insanlarla, meslek odalarıyla, sivil toplum örgütleriyle birlikte yürütebilecekleri, birlikte yönlendirebilecekleri bir kentsel dönüşümü sağlamaları pekâlâ mümkündür. Ama ne yazık ki öyle olmuyor, tepeden inme kararlarla hareket ediliyor. Bu da yalnız toplumsal huzursuzluklar değil, kentsel planlama hataları, mimari projelendirme ve uygulama hataları gibi birçok sorunu daha başlarken beraberinde getiriyor. Kent halkının kente ilişkin tüm kararlarda olduğu gibi kentsel dönüşüme de katılması gerekir. Katılım sağlama, şeffaflık, denetlenebilirlik çağdaş yaşamın vazgeçilmezleridir. Avrupa Kentsel Şartı gibi uluslar arası sözleşmeler, Birleşmiş Milletler, Avrupa Parlamentosu, Avrupa Birliği bildirgeleri ve hukuki belgeleri ülkemiz uygulamalarının doğru olmadığını gösteriyor. Üstelik yanlış yolda yürümekte, merkezi erkin gücünü hukukun da üzerine çıkarmak çabasında ısrar edilmektedir. Bunu son örneği Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanundur. Bu yasa ile yalnız kent halkı değil, yerel yönetimler dahi karar mekanizmalarının dışına itilmekte, tarihi ve doğal çevre, kültürel miras ve en başta insan hakları ve hukuk adeta yok sayılmaktadır.

TOKİ uygulamalarının yapı sektörü içindeki aktörleri rahatsız edici boyutlarda başka yanlışlıklar da içerdiğini belirtmek gerekir. Sağlıklı barınma hakkını sağlamak üzere devletin görevini yerine getirmekle yükümlü olan bu kuruluşun görevinin üzerine, hatta dışına çıkarak adeta müteahhit şirket gibi davranmaya başlamasını anlamak mümkün değildir. Stadyum, spor salonu, AVM ve benzerlerini yapmak bu kurumun görevi değildir, olmamalıdır da. Artık o hale gelmiştir ki, TOKİ, devletin ihtiyacı olan yapıların dahi projelendirme ve uygulamasında görevlendirilmektedir. TOKİ uygulamalarının her yönü ile ciddi bir irdelemeye ve denetime gereksinimi olduğu, artık sektörümüzün tüm aktörleri tarafından dile getirilmektedir.

Esasen, bugün artık yine çağdaş kentleşme ve yapılaşmanın gereği olarak pek çok ülke, yazılı metinler haline getirilmiş ve merkezi ya da yerel yönetimler değişse dahi uymak zorunda oldukları mimarlık politikaları benimsemiştir. Avrupa Birliği direktifleri de mimarlığa yüksek derecede önem vermektedir. Bu nedenle, tüm dünyada, mimarlık hizmetlerine özen gösterilmekte, özellikle kamusal alanların düzenlenmesinde ve kamu yapılarının elde edilmesinde mimarlık yarışmaları düzenlenmektedir. Bugün, örneğin Almanya’da, bir yıl içinde binlerce mimari proje yarışması gerçekleşmektedir. Ülkemizde ise devletin bir mimarlık politikası olmayışı ve mimarlık yarışmalarının diğer ülkelerle karşılaştırıldığında yok sayılabilecek sayıda olması, siyasilerimizin mimarlığa ne kadar az önem verdiğini gösteriyor.

Ülkemizin bir deprem ülkesi olduğunu artık hepimiz biliyoruz. Yapılarımızın çoğunluğu depreme dayanıksızdır. Kentlerimizin çoğunluğunda, yapılaşmada yer seçimi sorunları vardır. Kaçak, ruhsatsız yapıların yanı sıra ruhsatlı da olsa, deprem güvenliği sağlanmak üzere projelendirilmemiş, ya da uygulama-denetim eksiklik ve yanlışlıklarıyla inşa edilmiş binalarda yaşamaktayız. Biliyoruz ki, kaçak yapılaşma önlense dahi, Türkiye’de yapı denetim uygulamalarında çok büyük eksiklikler ve hatalar vardır. Yapı denetim yetkisini belediyelerden alıp yapı denetim firmalarına veren yasa çıkacağında, bu konunun özelleştirilmesinin ve yapı denetim firmalarının paralarını müteahhitten almasının yanlışlığını mimarlar ve mühendisler anlatmaya çalıştılar. Şimdi yaşanan sorunları hepimiz biliyoruz. Yapı denetimi mevzuatı yakın zamanda yine değişecek gibi görülüyor. Hemen belirtmek gerekir ki, buradaki en büyük yanlışlık yaşanan bir sorunun hemen ardından ani kararlarla yeni kanun, yeni yönetmelik, yeni genelge hazırlanıp alelacele mevzuatın değişmesinden kaynaklanıyor. Pragmatik, günübirlik kararlar alınmaktadır. Gölcük depreminden sonra Türkiye’de imar mevzuatına defalarca müdahale edildi. Bu şekilde, art niyet aramasak dahi, anlık kararlarla kanun hazırlayıp çıkartmak doğru bir yaklaşım değildir: İmar mevzuatı çok yönlü, çok boyutlu düşünülmesi gereken, girdileri çok fazla, sonuçları çok ağır olan bir hukuk manzumesidir. İmar hukukumuz üzerinde sektörün tüm tarafları ile yapılacak kapsamlı bir çalışma ile çok daha gerçekçi bir yasanın hazırlanacağı açıktır. Güvenilir, sağlıklı, yaşanılır yapılı çevreler ve mekânlar için yapı standartlarımızı geliştirelim ve bu standartların uygulanmasını sağlayalım.

Son olarak bazı kanun hükmünde kararnamelerle mimarların ve mühendislerin meslek odalarının yetki ve görevlerinin aynı kararnamelerle kurulan Çevre ve Şehircilik Bakanlığına verilmesine değinmek gerekiyor. Bilinmesi ve açıkça söylenmesi gerekir ki, meslek odalarının özerkliği bazı oldu-bittilerle, kanun hükmünde kararnamelerle kaldırılırsa, bu ülkede demokrasinin, söz ve ifade hakkının, idarenin şeffaflığının ve denetlenebilirliğinin varlığından söz etmek mümkün olmayacaktır.

Bu konuda Mimarlar Odası Ankara Şubesi’nin ayda bir yayımladığı ve üyelerinden başka yüz binden fazla Ankaralıya ulaşan SOBE adlı gazetesinin beşinci sayısından bir alıntı yapmak istiyorum: …. (1954 yılında kurulmuş olan Odamız) altmışına merdiven dayadı. Ne günler gördü. Neler geçti başından. Gençliğinden beri aydınlık, güzel günler için uğraştı. Bencilliği, kişisel çıkarları, haksız kazançları, bozuk düzen zincirinde bir halka olmayı reddetti. Mesleğinin, işinin ehli olmayı, işini en iyi yapmayı ilke edindi. Bilgisini kendine saklamadı, tekelinde tutmadı.

Yaşamı boyunca toplum hizmetinde oldu, birikimini toplumla paylaştı. Haktan, doğrudan, halkından, emekten, yoksuldan yana tavır aldı. Başka bir dünyanın mümkün olduğunu savundu. Mesleğinin öğretisiyle haksız zenginlikler kazananların karşına dikildi. İdeallerini siyasetlerin kuyruğuna takmadı. Sağa sola taviz vermedi. Bu yüzden kızdılar ona.

Sağlıklı kentler olsun istedi. Altyapısı çalışan, yeşil alanları, parkları düşünülmüş, mimari değeri olan yapıları korunmuş, kimlikli kentler için uğraştı. Yaya haklarını, çocuk haklarını, kadınların özgür olduğu kentleri savundu. Engelli dostu bir kent için uğraş verdi. Zihinlerdeki ve yüreklerdeki engelleri aşmaya çalıştı. Küçüklü büyüklü binaların, köprülerin, yolların, meydanların, kaldırımların insan için olduğunu söyledi. İnsan haklarına aykırı ne yapılıyorsa uyardı yapanları. Kentlilere, halka anlattı düşüncelerini. Bu yüzden korktu birileri ondan.

Altmışına şunun şurasında ne kaldı? Bu yaşına kadar ne günler gördü, neler geçti başından.

Nice hükümetler, belediye başkanları gelip gittiler. Nice ihtilâl, darbeler gördü. Geçinme derdine düşerse, parasız kalırsa bizimle uğraşmaz dediler. Yetkilerini, görevlerini kıstılar, yoksunluk içinde bıraktılar. Yılmadı. Uyarma, bilgisini ve birikimini doğruları göstermek için kullanma kararından vazgeçmedi. Bu yüzden sesini kısmaya çalışıyor birileri.

Sözlerimi “yarına umut “ adını verdiğim bir şiirle bitiriyorum:

Ellerimi uzatıyorum
Umuda doğru
Güneş geçiyor içinden

Yarını bekliyorum

Paylaşmak için hayatı,
Belki bir lokma ekmek,
Belki bir bardak çayı,
Güneşle oynaşıyorum…

Bak sen şu işe,
Ne olta, ne ağ,
Işığı
Çıplak
Parmaklarımla
Yakalıyorum!

Yarını özlüyorum…

Umudu arıyorum
Sabah güneşinde
Işık
Bir yanımdan girip
Diğer yanımdan çıkıyor

Yarını yaşıyorum…