Deprem


Mutfakta mıydık?

Sanırım mutfaktaydık. Belki de bulaşık yıkıyordu. Ben de aylaklık yapıyordum. Mutfak penceresinden bahçe arasına, sokağa bakıyor, zaman zaman onu izliyordum.

O kimdi acaba?

Mutluydum. Yüreğimde tuhaf bir dinginlikle izliyordum hareketlerini. Sevildiğini biliyorsa, canlılar dinginleşir. Bir kedinin ensesinin, boynunun, sırtının okşanmasından hoşlanması gibi, ne denli hırçın olursa olsun, zıvanadan çıkmış biri bile, sevgiyle karşılaşırsa, rahatlar, gevşer. Arınır. Umutlanır. Mutlu olur. Mutluluk verir.

Onu izliyordum. Hareketlerini, vücudunun kıvrımlarını… Elbisesi ile vücudu, vücudunun hareketleri arasında oluşan gerilimlere takılıyordu gözlerim.

Sanki bir gürültü duydum. Bir uğultu. Oldukça uzakta, birkaç sokak ötede bir kamyonun damperindeki moloz yığınını boşalttığını düşündüm önce.  Aldırış etmedim.

Onu izliyordum. Onu seviyordum. Çünkü mutlu olduğumu hissediyordum. Hiç kuşkum yok, evet, onu seviyordum.

Peki, ama o kimdi?

Uğultuyu, bu kez daha yoğun ve daha uzun süreli olarak, tekrar duydum. «Şimdi geçer…» dedim kendi kendime… «Ne yapıyorlar ki?»

Belki de bir yapım işine başlamışlardı da, yapı sahasından moloz taşıyorlardı. Bir yapının yıkıntısını temizliyor olmalıydılar. Kim bilir kaç insana barınak, kentin hengâmesinden ve karanlık sokakların tehlikelerinden kaçıp sığınacakları bir liman, şimdi, yerle bir edilmişti. Kim bilir kimlerin düşlerine, özlemlerine, acılarına, mutluluklarına, aşklarına, umutsuz sevdalarına, ayrılık ve buluşmalarına çatı olmuş, onlarca yıl sayısız gizi barındırmış, belki de doğumlara ve kuşkusuz, ölümlere tanıklık etmiş koskoca bir evin yerinde, artık, yeller esecekti.  Çekilmiş perdelerinin, kapalı kapılarının ardında neler yaşanmış olduğunu kendi hayatımızın ayrıntılarına bakarak tahmin edebileceğimiz ama hiçbir zaman bilemeyeceğimiz bir yapının yeri, çekilmiş bir azı dişin ağzımızda bıraktığı derin ve sancılı boşluk gibi, nemli bir çukur olarak karşımıza çıkacaktı.

Gerçekten, ses giderek azaldı. Bitti.

Ama uğultu tekrar başladığında, bu kez aldırmazlık edemedim. Daha yakından geliyordu ses.

Dışarıya, sokağa başımı çevirdim ve ne ile karşı karşıya olduğumuzu işte o zaman anladım. Bulunduğumuz yerden üç sokak ötede, sokağın bir yanındaki yapıların tümü, büyük bir gürültüyle yıkılıyor, yıkılan yapılan bulunduğu yerden yoğun bir toz yükseliyordu! Yavaş oynatılan bir filmi izler gibiydim. Sanki dev bir dalgaya yakalanmış gibiydi bütün kent. Dağlardan, ovalardan yürümeye başlayan bu dalga yavaş yavaş ilerliyor, çarptığı yerleri sokak sokak, ev ev, yıkıp geçiyordu.

Dehşet içinde izliyorduk olup bitenleri. Şimdi, sıra bizden iki sokak öteye gelmişti. Dalga bize yaklaştıkça gürültü artıyordu. Artık yalnızca yıkılan yapılardan yükselen korkunç sesleri değil, insanların çığlıklarını da duyabiliyorduk. Toz ve duman bulutunun arasında yer yer patlamalar oluyor, alevler göğe yükseliyordu.

Ancak sıra bir sokak ötemize geldiğinde, bu yıkım dalgasının bize de çarpacağını düşündüm. Ne gaflet! O ana kadar gerçek ötesi, bilimkurgu bir film izler gibi bakıyordum sokağa. Oysa sıra, işte, bize gelmişti.

“Haydi!” dedim, “Çıkalım buradan!”

Kırılan camların, patlayıp, yıkılan duvarların, birbiri üzerine devrilip çöken koca koca binaların çıkardığı sesler arasında kaybolup gitti sesim.

Haydi!" diye bağırdım, “Yürü, çabuk!”

O yerinden kıpırdamadı. Gözleri faltaşı gibi açılmış, pencereden dışarıya bakıyordu.

Kolundan tuttuğum gibi, çektim, mutfak kapısını bir hamlede açtım. Balkona çıktığımızda çarptı bizim eve dalga.

Can havliyle attık kendimizi bahçeye. Önce mutfağımızın, ardından evimizin, ne zamandır bahçe katında bir dairesi evimiz olan o koca apartmanın çatırtılarla, yoğun bir toz bulutu içinde kalarak yıkıldığını, yerle bir olduğunu gördük.

Kurtulmuştuk. Canımızı kurtarmıştık son anda.

O ve ben. İkimiz.


O kimdi ki?