1996, Habitat II Zirvesi'nin Ardından

Habitat II / HDK'ler İş Başına

Fatih Söyler

(Bu yazı Birlik Haberleri/Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği Yayını/Ağustos-Eylül-Ekim 1996 Sayısında yayımlanmıştır)

HABİTAT II’nin üzerinden üç ay geçti ve Tansu Çiller devletin çöktüğünü resmen ilan etti. Çöken bu devlet, Habitat II de bağıtlanan ve konut ve kentleşme sorunlarının üstesinden gelmeyi hedefleyen Küresel Eylem Planı (KEP) ile bu planın uygulama taahhüdü olan İstanbul Deklarasyonunun imzacıları arasındadır.
Çiller’in çöktüğünü iddia ettiği devletin temel karakteri nedir ve eğer gerçekten çökmüşse, bizi neler beklemektedir, bunu daha geniş bir tartışmaya bırakarak Habitat II’ye dönelim. Ancak, Habitat II değerlendirmesi bu sorunsalı zorunlu olarak içerecektir.

Habitat II’nin başlıca iki odağı vardı: Resmi söylem ve hükümet dışı örgütlerin (HDK) söylemi. HDK’lerin konut ve kentleşme sorunlarına yaklaşımlarının ve çözüm önerilerinin, nihayet resmi kabul görmek zorunda olan KEP ve İstanbul Deklarasyonu’nu bir şekilde etkilemesi (katılım boyutu) bekleniyordu ve bu amaçla her iki söylemin biraraya geleceği forumlar düzenlenmişti. Bu yöntem, bir küresel zirvede ilk defa denenecekti ve katılımı sağladığını iddia eden resmi söylemin elindeki en büyük kozdu. Burada iki soru sorulabilir:

1.      Katılımın sağlandığı iddiası ne kadar geçerlidir?
2.      Bu iddia ile sağlanan ortamdan HDK’ler ne kadar yararlanabilmiştir?

İlk soruya hemen şöyle yanıt verebiliriz: Bu, bir piyanist şantörün dinleyicilerden istek parçası almasına benziyor. Eğer istenen şarkılardan repertuarda olmayanlar varsa, o şarkılar çalınmayacaktır. Dinleyicilerin seçme şansı kısıtlıdır ve önünde sonunda piyanist şantörün kapasitesine, ruh haline ve niyetine mahkûmdurlar. Gece yarılarına, hatta sabahlara kadar süren resmi oturumlarda HDK’lerin değil, devletlerin kendi aralarındaki mutabakat sağlanmaya çalışılmıştır. KEP ve İstanbul deklarasyonu, devletlerin KEP’i ve deklarasyonudur. Resmidir. Kabul ve uygulama hakkı hükümetlerindir.

İkinci soruya ise kolay yanıt verilemez. Ancak bir yaklaşımda bulunacaksak eğer, şunlar söylenebilir: Habitat II’ye katılan çok sayıdaki HDK’ün yalnızca birkaçı ve yalnızca birkaç grubu, meseleyi özünden yakalayabildiler. Çoğunluk, post modern toplumun özel kimlikli grupları olma tuzağına düştü. Habitat II’nin temel içeriği olan konut ve kentleşme sorunlarının global nedenlerini ve çözüm yollarını araştırmak yerine, bu sorunlara kendi siyasi kimliklerinin dar penceresinden bakmayı, kendi dar çevrelerinin özgün sorunlarını dile getirmeyi, hatta, bir kısmı, yalnızca kendi varoluş amaçlarını dile getirmeyi yeğlediler. Habitat II’ye bir turistik tanıtım aracı olarak bakanlar kadar, İstanbul’un özgün sorunları üzerinde duranlar, Boğaz’ın tanker geçişine kapatılmasını talep edenler, ya da aile içi demokrasi talebinde bulunanlar da bu yanlışa düşmüşlerdir. Bu, HDK’lerin, ortaklar forumuna götürülmesi beklenen görüş ve önerilerinin olgunlaşmamasında en büyük etkendir. Habitat II’ye katılım konusundaki yaklaşım farklılıklarıyla başlayan zafiyet, böylece ince hastalığa dönüştü. Yeni üye peşindeki kooperatifler, kadın hakları grupları, kürtaj karşıtları, lezbiyenler, çevre uyumlu teknoloji geliştirenler, dini grup ve tarikatlar, erozyonla mücadeleden göz sağlığına kadar çeşitli vakıflar, dernekler ve klüpler tanıtıcı rozet, broşür dağıtarak ve hediyelik eşya satışlarıyla Taşkışla’yı bir panayıra çevirdiler ve resmi söylemi etkilemekten uzaklaştılar. Tabii ki, toplumsal grupların, sivil toplum örgütlerinin özgür bir ortamda, dilediklerince, kendi düşüncelerini açıklamaları, kendilerini tanıtmaları hoştu. Ama bu hoşluğun ötesine geçemediler ve tarihin, Rönesans’tan sonraki en büyük dönüşümlerinden birinin açık ilanı karşısında seyirci kaldılar.

Oysa resmi söylem, artık sosyal devlet anlayışı ile konut ve kentleşme sorunlarının üstesinden gelinemediğini, artık yeni bir tür devletin kurulacağını açıkça dile getiriyordu. Yeni dünya düzeni, sermayenin globalleşmesi doğrultusunda, özelleştirmeyi, devletin küçültülmesini öngörüyordu. Eğer devlet, liberal ekonomik sisteme uyum sağlayacaksa, kamu yatırımlarını en aza indirmeli, sağlık, eğitim, konut gibi toplumsal ihtiyaçlara bütçeden ayrılan payı düşürmeliydi. Devletin kaynaklarının bu alanlardan çekilmesiyle oluşacak boşluğu, teşvik edilecek yerelleşme ile birlikte, sivil toplum örgütlerinin doldurması hedefleniyordu. Bireylerin, yerel yönetimlerin ve sivil toplum örgütlerinin yapabilir kılınması, finansman, altyapı, arsa sağlanması ve örgütlenme kolaylıkları ile toplumun kendi konutunu (okulunu, sağlık ocağını, hastanesin vb.) kendinin yapması ve kendi kentsel çevresini kendinin yaratması amaçlanıyordu.

HDK’lerin bir kısmı buradaki açmazı görebildiler. Özellikle Asya-Pasifik grubu, Güney ülkelerinin mazlum yurttaşları olarak, yaşamakta oldukları sıkıntıların kaynağını Taşkışla’da sergiledikleri epik temsillerle, çarpıcı posterlerle ve broşürlerle göstermeye çalıştılar. Latin Amerikalılar ve bir grup Afrikalı da sıkıntılarını dile getirdiler. Yaşanan felaketler, Kuzey ve Güney ülkeleri arasındaki, yeni dünya düzeninin derinleştirdiği, uçurumdan kaynaklanıyordu: İnsanların yerel çatışmalar, afetler, işsizlik ve umutsuzluk nedenleriyle büyük kentlere yığılmaları, bu kentlerde oluşan dev sefalet mahalleleri, her türlü altyapı olanaklarından yoksunluk, korkunç boyutlardaki işsizlik, sağlık, barınma ve eğitim sorunları... Bunlara sebep olarak yoksulluk gösteriliyordu. Yoksulluk ise global gelir dağılımındaki adaletsizlikten kaynaklanıyordu. Dünya nüfusunun %20’si, toplam dünya gelirinin %85’ine el koyuyor, nüfusun geri kalan %80’i, dünya gelirinin %15’i ile yaşam savaşı veriyordu. IMF ve Dünya Bankası, bu uluslararası sömürünün koordinasyonunu üstlenmişlerdi ve bu koşullarda Güney ülkelerinin yakalandıkları borç tuzağından kurtulmaları olanaklı değildi.

Diğer yandan, Kuzey ülkelerinde de sorunlar büyümekteydi. Bir grup Amerikalı, örneğin, herkese nitelikli konut hakkının bir insan hakkı olarak tanınması için çalışma yaptılar, çünkü ABD’de evsizlerin sayısı giderek artıyordu. Bir diğer örnek Japonya’dan yükselen sesti. Zengin ülkenin yoksul halkı (kendilerini böyle tanımlıyorlardı) Kobe depreminde yıkılan konutlarının bile hala yapılmadığından, büyük şirketlerin liman hizmetlerinin aksamaması için önceliğin doklara verildiğinden yakınıyorlardı. Ancak, İngiltere’de, Almanya’da ve Fransa’da büyüyen işsizlik ve hızla düşen yaşam standartlarına karşın, bu ülkelerin HDK’leri sessiz kaldılar.

Şimdi yapılması gerekene gelince: Habitat II, KEP’nın kabulü ve İstanbul Deklarasyonu ile rafa kalkmamıştır. Rio Deklarasyonu ve Ajanda 21’in kabulleri ile Habitat II’nin kabulleri aynı ortak zemine oturmaktadır: Sorunlar saptanmaktadır ve fakat çözüm yolları global ekonominin içinde aranmaktadır. Safça bir tutumla beklentiler sıralanmakta ve Kuzey ülkelerinin fedakârlıkları umut edilmektedir. Devletin küçültülmesi ve artık her koyunun yapabilir kılınarak kendi bacağından asılması istenmektedir. Türkiye’de 15 yıldan fazladır programda olan liberalleşme politikaları ile biçimlenen devlet, Tansu Çiller’in ifadesi ile, zaten çökmüşse, yapamaz durumda kalan koyunlar ne olacaktır?


Habitat II’nin sonuç belgelerinin değerlendirilmesi ve bundan sonra olabileceklere müdahale etmek, sürekli izlemek ve değerlendirmek sivil toplum örgütlerinin önündeki başlıca görevlerden biri olarak duruyor.