Gökten Gelen Ölüm

Gece yavaş yavaş geldi. Güneş dağların ardında kaybolduktan nice sonra, gökyüzü karardı, yıldızlar önce tek tük, sonra kümeler halinde belirdi.

Ay yoktu o gece. Zifiri karanlık, geceyarısına yaklaşırken, iyiden iyiye çöktü. Uzaktaki kentin ışıkları da olmasa, bu boş kumsalda insan kendini tüm evrende yapayalnız, tek başına kalmış gibi hissedebilirdi. Kilometreler boyunca uzanan geniş kumsal bomboştu. Gün boyunca üzerinde koşup oynayan çocuklar, denizin ve güneşin tadını çıkaran tatilciler hiç varolmamışlardı sanki.

Minicik dalgalarıyla ancak kıyıdaki yakamozları uyanık tutabilen denizden birkaç adım uzakta, çakıltaşlarına uzandık. Hep beraber, kutsal bir mekana girmiş gibi sessizce, gökyüzünü seyre daldık.

İnsan, kendisiyle baş başa kaldığı böyle anlarda kendisini daha fazla sorguluyor. Zaten, kendisini sorgulamak niyetinde olmayan biri de, gecenin bir vakti, zifir karanlık bir sahilde, gökyüzündeki yıldızları seyretmeyi, herhalde, anlamsız ve hatta aptallık sayar. Eh, buraya da bu aptalca niyetle, kendisiyle birazcık baş başa kalabilmek amacıyla gelmiş olan çoğumuz, yaşadığımız bu sefil hayatın nimetlerinden çok acılarını tatmış insanlar olarak, kendi özgür iradelerimizi kullanıp, kendi özgür sessizliğimize gömüldük.

Büyükayı’yı, kolayca arayıp buldum. Kutup yıldızını bulmam, nedense, her zaman zor oluyor. Belki, hiç olmazsa ayda bir, gökyüzüne daha sık bakabilsem, bu denli güçlük çekmezdim.

Hele o gece, Samanyolu ne kadar da yoğun ve parlaktı… Sanki havaya sıçrayıp bir ters parende atsam, üzerinde baş aşağı yürümeye başlayacaktım! O denli yakın, sanki hemen şuracıktaydı!

Büyükayı’nın bir ucundan denizin üzerine, ufka doğru bir yıldız kaydı. “Biri öldü…İyi yürekli biri…” dedim içimden. Dilek tutmak gelmedi aklıma. Hem dilesem, ne dileyecektim ki? Giysilerimden ve kitaplarımdan başka bana ait bir şey olmamıştı hayatım boyunca. Ne cebimde param, ne evim, ne otomobilim vardı. İstememiştim ki, nasıl olsun? Zenginlik ve rahata değer vermeyen, mala mülke burun kıvıran, mutluluğu dostlukta, paylaşmakta ve kuşkusuz, aşkta bulan biri için bunların ne anlamı olabilirdi? Evet; çoğu zaman  dert, çoğu zaman sıkıntı, çoğu zaman cefa, hatta işkenceye dönüşen bir hayatın içinde büyük umutlara, büyük beklentilere sahip olabilir insan. Ama, nedense benim böyle beklentilerim olmadı hiç. Ara sıra dükkân camekânında görüp de, “Ah, elime bir para geçse, şu pastırmadan yarım kilo almaz mıyım?” dediğim olmuştur elbette. Yalnız pastırma mı? Canı insanın neler çekmez ki? Şarküterilerin soğutucularında o “beni al” diye insanın gözünün içine bakan çeşit çeşit salamlar, jambonlar, peynirler yok mu? Hele o karidesler, ıstakozlar, füme balıklar… Kendimi kasap dükkanının kapısındaki kedilere benzetmişimdir hep. Zavallıların ağızları sulanır, yalanıp, yutkunup dururlar. Elime bir para geçse, andım olsun, mahallenin bütün kedilerine ziyafet çekeceğim!

Birden bir yıldızın daha, batıdan doğuya doğru kaydığını gördüm. “Bu gece iyiler gidiyor hep…” dedim. İçimden geçiriyordum: “İyiler ölüp duruyorlar işte! Kötüler kalıyor bu dünyada… Kazık çakıyorlar dağına taşına üstelik…”

Samanyolu’nun bir ucunda geniş bir küme, batıdaki dağların tepelerinden başlayıp başımın üzerine doğru sanki daha yakın duruyordu. Bu kayan yıldızlar da oradan mı kopup geliyorlardı ne?

“Uğursuz, arsız, utanmazlar! Karakollarda sürünür yoksullar, şunların yaptıkların binde birini yapsalar... Haksızlık almış yürümüş dünyada… Dilek tutsam ne olacak ki? Kabul mü olacak?”

Önceki gün babamı gördüm rüyamda… Bunca zaman sonra niye gördüm ki? Hayattayken ne kadar da uzaktı bana. Fiziki olarak değil, duygusal olarak yani. Ne de olsa babamdı. Ama başımı okşadığını, kucağına alıp sevdiğini anımsamıyorum hiç. Benim için herhangi biri gibiydi. İsimlerini bilmediğim çok uzak kasabalarda yaşayan, varlıklarından, hatta hayatta olup olmadıklarından bile pek az haberdar olduğum akrabalarıma benziyordu. Uyandığımda “…nerden çıktı şimdi bu yakınlık?” diye düşündüm. Bana iş kurmuş. “Gel, işin başına geç. Çalış!” dedi. Ne işi olduğunu unuttum, ama iyi bir işti. Sevmiş, benimsemiştim. Bir dükkândı galiba… Küçükken yanında çalıştığım nalburun dükkânına benziyordu. Bir köşede boy boy çivilerin konulduğu kutular, çekiçler, testereler, dikenli teller, düz teller, tahta boyası, tahta teli, zımpara kâğıtları, elekler… Ustam olmadığı zaman müşterileri karşılardım. Ustam varsa, müşterilerle o ilgileniyorsa, yine boş durmazdım, çalışırdım. Yerlere su serperdim, dükkânı, dükkânın önünü, sokağı süpürürdüm… Bir de elek yapardım. Un eleği. Kasnaklara incecik tel örgüyü gererek çakardım. Elek yapmayı çok severdim.

Birden birkaç yıldızın birden kaydığını gördüm. Dirseklerimin üzerine kendimi çektim. Başımı kaldırdım. Samanyolu’nun batıdan başlayıp benim üzerime kadar gelen kısmı, sanki giderek parlaklaşıyor, giderek yaklaşıyor, giderek büyüyordu. 

Ustamın dükkânı çok güzeldi. Rüyamdaki dükkân da güzeldi. Duvarında elekler asılı mıydı? Anımsamıyorum. Yalnız, yokuşun başındaydı, denizi görüyordu uzaktan. Belki de nalbur işi değildi. Yoksa lokanta filan gibi bir şey miydi?

Yanımdakilere “Siz de benim gibi mi görüyorsunuz? Yanılıyor muyum?” diye sorayım dedim. Vazgeçtim. Görseler, şimdiye kadar başlarını kaldırıp bakmazlar mıydı? “Ne oluyor?” diye bana sormazlar mıydı? Öyle ya, gökyüzünden, benden başka kim, ne anlar?

Ama zaten ne benim sormama ne de onların sormasına kalmadı. Gökyüzü bir ışık yağmuru ile neredeyse aydınlandı. Samanyolu’nun batı yakasındaki tüm yıldızlar, tüm gezegenler toplanıp dev bir yumak oldular ve tıpkı bir kaya kovuğunda av bekleyen morinaya benzeyen, kocaman kafalı, kuyruğu dağlara doğru uzamış korkunç bir canavara dönüştüler. Artık durmaksızın artan bir meteor yağmuru altındaydık. Gökyüzünde tanrı havai fişek gösterisine kalkışmış gibiydi. Olup bitenlere inanamıyorduk, hepimiz yattığımız yerden kalkmış, ne olup bittiğini anlamaya çalışıyorduk.

Ama böyle bir olayı nasıl açıklayabilir, nasıl anlayabilirdik ki? Tam “herhalde çok yakınlardan geçen bir kuyruklu yıldız neden oluyor bunlara…” diyerek akıl yürütüyordum ki, bu gördüklerimizi açıklamak için akıl yürütmenin yararsız olduğunu anlamakta gecikmedim. Gökyüzündeki canavar birden hareketlendi, o korkunç kafası hızla büyüdü, avurtlarını içine çökertti, dudaklarını ileri uzattı ve ışıktan bir dil kentin üzerine doğru uzanıp yakaladığı bir zavallıyı gökyüzüne, uzayın boşluğunda uzanmış korkunç ağzının içine çekti.

“Bu ne? Neler oluyor?” diyerek hepimiz bağrışıyorduk. Kimimiz sağa sola kaçışıyor, kimimiz yere uzanıp başını kollarıyla kapatıp kendini korumaya çalışıyordu.

Ama neye yarar ki? Uzayın ışıktan canavarı o korkunç diliyle insanları bir kertenkelenin sinekleri avlaması gibi teker teker yakalıyor, yutuyordu. Yanımdakine “Hiç kıpırdama, olduğun yerde kal!” diye bağırdığımı anımsıyorum yalnızca. Işıktan dil kentin üzerine, kumsala, ilerideki köye, denize, dağlara uzanıyordu. Sağımızdaki solumuzdaki insanların çığlıklar atarak göklerden gelen bu korkunç canavara yem olduklarını görüyor, sıranın bize gelmesini, çaresizce bekliyorduk.

Bu ne kadar sürdü bilmiyorum. Bana bir asır kadar sürmüş gibi uzun gelen bu av bittiğinde kumsalda geriye kalan üç dört kişiden biri de bendim. Donup kalmış, elim ayağım tutulmuş, korku içinde, tir tir titriyordum.  Sonunda canavarın dili geri çekildi, kuyruğu bir kar gibi eridi, başı suya damlayan mürekkep gibi uzayın derin ve gizemli boşluğunda dağıldı, Samanyolu’na karıştı, yok oldu gitti.


Ay yoktu o gece. Zifiri karanlıkta yalnızca ağlama sesleri duyuluyordu.