2008, Ne demişse doğru demiştir...


Fatih Söyler
(Ekim, 2008)

“Artık kişinin evindeyken, kendini evinde hissetmesi bir ahlâk meselesidir” > “es gehört zur Moral, nicht bei sich selber zu Hause zu sein”


Voltaire’in bir arkadaşına “O kadar mutluyum ki, utanıyorum” dediği söylenir. Gerçekten söyleyip söylemediğini bilmiyorum. Önemli de değil bu, çünkü bu bir aktarma, ve aktarmalar, gerçekten söylenmiş olsalar bile, zaman içinde, nesilden nesile değişime uğrayabiliyorlar. Bu fazla zararlı da değil, çünkü toplum, yaşanan zaman ve mekan dilimi içinde ahlâki normlarını değiştirdiği ölçüde önderlere atfedilmiş yeni aforizmalar üretebilir, ama hiç biri de yazılanları çarpıtmaya yetmez. Ne demişler, “söz uçar, yazı kalır” sonunda.

Varsıl bir kişi olan Voltaire Fransa’nın geniş halk yığınlarının yoksulluktan ve sefaletten illallah getirdikleri bir dönemde saray yavrusu evinde kendi entelektüel yalnızlığını dostlarıyla paylaşırken böyle bir söz söylemiş de olabilir. Belki de, penceresinden gördükleri ile kendi refahı arasındaki dengesizliğin yarattığı vicdani huzursuzluk (haydi buna “utanç” diyelim) adalet ve özgürlüğün bu büyük düşünürünün hücrelerine işlemiştir.

“İyi Bir Brahman’ın Öyküsü”nde Voltaire, Hindistan gezisi sırasında, en üst kasttan, akıllı, zeki ve çok bilgili bir Brahman ile karşılaşır. Bu varsıl adam, çiçekler ve meyve veren ağaçlarla dolu, görülesi güzellikte bir evde yaşamaktadır. Söyleşileri sırasında Voltaire’e “Keşke hiç doğmamış olsaydım!” der. Voltaire şaşırarak “Niye?” diye sorunca, Brahman “kendi varlığını” sürekli olarak sorguladığını, ama kırk yıldır varoluşuna dair çeşitli sorularına tatmin edici yanıt bulamadığını açıklar.

Voltaire aynı gün Brahman’ın komşusu olan sofu, budala ve oldukça yoksul, ihtiyar Hintli kadını görür. Ona, ruhunun nasıl yaratıldığını bilmediği için hiç şaşkınlık ve üzüntü duyup duymadığını sorar. Kadın Voltaire’in sorusunu anlayamaz bile: Brahman’ın içini kemiren meselelerden birini bir an olsun düşünmek aklından geçmemiştir; Vişnu’nun şekil değiştirmelerine gerçekten inanmakta, yıkanmak için ara sıra Ganj suyundan alabilirse kendini kadınların en bahtlısı saymaktadır. Bu zavallı varlığın mutluluğundan hayrete düşen Voltaire Brahman’a sorar: “Kapınızda hiçbir şey düşünmeden mutlu bir şekilde yaşayan yaşlı bir insan benzeri varken, siz böyle mutsuz olmaktan utanmıyor musunuz?” Brahman yanıtlar: “Hakkınız var,” der, “kendi kendime belki yüz kere, komşu kadın kadar aptal olsaydım mutlu olacağımı söylemişimdir; bununla beraber böyle bir mutluluğu istemezdim.”

Öykü felsefi bir sorgulamaya dönüşerek son bulur:
“Brahman’ın bu cevabı üzerimde hepsinden büyük bir etki bıraktı; kendi kendimi inceledim, aptal olmak koşuluyla mutlu olmayı, gerçekten istemeyeceğimi anladım.
Bunu filozoflara anlattım, onlar da benim düşüncemi kabul ettiler. Ben yine de: “Bununla beraber, diyordum; bu düşünme tarzında müthiş bir çelişki var”
Nihayet, mesele nedir? Mutlu olmak. Zeki veya aptal olmuşsunuz ne önemi var? Üstelik, kendi varlıklarından budalaca tatmin olanlar, tatmin olduklarından emindirler; felsefe yapanlar, inceleyip araştıranlar, kafa yoranlar ve akıl yürütenler ise hiçbir zaman iyi yargılayabildiklerinden emin değildirler.
“Açık ki, dedim, eğer bahtsızlığımıza neden oluyorsa, sağduyudan vazgeçmeliyiz.”
Bu düşüncemi herkes kabul etti; bununla beraber tatmin olmak için cahilliği kabul eden bir kişi bile çıkmadı. Bundan da şu sonucu çıkardım: mutluluğa çok değer veriyoruz ama akla yüklediğimiz değer çok daha büyük...
Bununla beraber düşününce, aklı mutluluğa tercih etmenin, akılsızca bir iş olduğu görülür. Bu çelişki nasıl açıklanır? Tüm diğerleri gibi… bu konuda da söylenecek daha çok söz var.

Tüm diğerleri gibi… Mutluluk, özgürlük, güzellik, ölüm, yaşam, aşk, nefret, kin, doğru, yanlış, estetik ve elbette ahlâk üzerine söylenecek çok söz oldu ve felsefenin konuları oldular insanlık tarihi boyunca.

Mimarlar Odası Ankara Şubesi aylık bülteninin (sayı 63, Ekim, 2008) arka sayfasında “Artık kişinin evindeyken, kendini evinde hissetmesi bir ahlâk meselesidir” diyen ve Adorno’ya ait olduğu belirtilen alıntıyı gördüğümde Voltaire’in “mutluluk” çelişkisini anımsadım birden. Hemen belirtmeliyim ki, aslında Adorno böyle söylememişti, bültenin arka sayfasındaki alıntı, vahim bir hata içeriyordu. Adorno, tam tersine, “Artık kişinin evindeyken, kendini evinde hissetmemesi bir ahlâk meselesidir” demişti. Hissetmesi mi, yoksa hissetmemesi mi? Bu alıntıyı bültene inatla “hissetmesi” olarak yerleştiren dostlarla tartışırken, bu tümceyi olduğu gibi “idefix”’ten aldıklarını, Edward W. Said’in “Entelektüel Sürgün, Marjinal, Yabancı” adlı kitabının internet tanıtımında Adorno’nun sözlerinin bu şekilde yazıldığını belirttiler. Benim itirazlarıma, Adorno’nun böyle söylemediğine, böyle söylemiş olamayacağına ilişkin tüm tezlerime ve kanıt olarak sunduğum belgelere inat, dostlarıma göre, Adorno, “hissetmesi” demiş olmalıydı. Ayrıca, kitabın orijinali ellerinde yoktu, kitapçılarda da tükenmişti, ama kaynakları vardı. Internet üzerinden yayın satışı yapan “idefix”in “web” sitesinden baktım, gerçekten de öyleydi! Üstelik felsefeci bir arkadaşlarına da sormuşlar, “eğer tartışma yaratıyorsa, ki bu da iyi bir şeydir, tümce doğrudur” gibi filozofça bir yanıt almışlardı!

Tartışıyorduk nitekim. Dostlarıma göre Adorno niye “hissetmesi” demiş olmalıydı? Çünkü o bir filozoftu. Ve bu büyük filozofun dünyadaki yoksulluğu, açlığı, insanlık dışı çevrelerde yaşayanları, evsiz barksızları, savaşları, ezilenleri, sömürülenleri, özgürlüklerinden yoksun bırakılanları, yerlerinden yurtlarından edilmiş olanları düşündürerek, “kişinin evindeyken, kendini evinde hissetmesi” yani, güvende, rahat ve huzurlu, bahtiyar hissetmesi “bir ahlâk meselesidir” demesi, çok daha akla yakındı. Adaletsiz bir dünyada kişi nasıl mutlu olabilirdi ki? Eğer geniş halk yığınlarının yaşadığı onca sefaleti sokak kapısının dışında bırakıp, eşikten içeri atlar atlamaz “evim, güzel evim” mutluluğuna erişebilme değişimini gösterebiliyorsa, o kişinin duruşunun ahlâki olarak sorgulanabilir olması beklenmez mi? Voltaire’in kendi mutluluğundan utanması da böyle bir şey miydi?

Elbette mimarlık öğretisi (ne de olsa bu alıntının yer aldığı bülten bir mimarlık ortamının ürünü değil mi?) bizlere bunun tersini de söylemiştir: Kullanıcı, kendi evinde kendini mutlu hissettiği ölçüde mimar başarılıdır! Bu nedenle tasarım verisi olarak kullanılmak üzere kullanıcı gereksinimleri, kullanıcının sosyal ve psikolojik yapısı, ekonomik koşulları özenle irdelenmesi gerekir. İklimsel ve çevresel etkiler değerlendirilir. Evin kapısı, penceresi yerleştirilirken ışık, rüzgar, güneş, nem ve mutlaka manzara gibi veriler dikkate alınır. İnce elenir, sık dokunur ki, sağlam ve sağlıklı bir ev olsun, içinde yaşayan kullanıcıyı ve hatta komşuları, evin önünden geçenleri bile her yönden mutlu kılsın.

Yine elbette, bu, modern toplumun geçmişte kalan nostaljik rüyasıydı. Neymiş, kullanıcı ile birebir ilişki kurulacak, gereksinimleri, istekleri, duyguları paylaşılacak ve içinde mutlu mesut yaşayacağı bir ev yapılacak… Nerede şimdi bu bolluk? “Mal sahibi, mülk sahibi, nerede bunun ilk sahibi” gibi anarşist soruları bir yana bırakarak, belki de toplam dünya nüfusunun kafasına talih kuşu konmuş yüzde beşine (mimarların da meslek jargonunda “şişman kedi” olarak adlandırılan, taş çatlasın yüzde birine) vurma ihtimali olan bir piyango… Bir hayal… Bir ütopya… Böyle bir rüyanın yanına bile yaklaşamayan ama hiç olmazsa imar mevzuatına uygun seri üretim, pazara sürülmüş konutlar bile, toplam nüfusun yüzde ellisine ulaşabiliyor mu acaba?

Adorno da benzeri şeyler söylüyordu. Gerçi, tartışmalı alıntı Edward W. Said’in Türkçeye çevrilmiş bir kitabının tanıtım yazısındandı. Orijinali varken, yani Adorno’ya başvurmak varken, bu tartışmalı alıntı niye “atıfta bulunan kitaptan, hatta daha kötüsü, atıfta bulunulan kitabın özensizce yanlış dizilmiş tanıtım yazısından” alınmıştı sorusu, özrü kabahatinden büyük bir yanıtla da karşı karşıya bırakabilir bizi. Edward W. Said’in “Entelektüel - Sürgün, Marjinal, Yabancı” adlı eserinin (Ayrıntı Yayınları, 1995, Çeviren: Tuncay Birkan)Türkçe çevirisinin arka kapak yazısında “Said entelektüeli öncelikle otorite ve iktidara hizmet etmeyi reddedişiyle, sonra da milliyeti, dini ve geleneğiyle arasına koyduğu mesafe ile tanımlıyor, ‘Artık kişinin evindeyken, kendini evinde hissetmemesi bir ahlâk meselesidir’ diyen Adorno’yu yankılayarak, entelektüeli metaforik bir sürgün, bir evsizlik konumuna yerleştiriyor. Sürgün içinde yaşadığı toplumun (ve hatta dünyanın) yerlilerinden olmamayı, orada hep tedirgin, rahatsız ve başkalarını da rahatsız eden bir yabancı olmayı içeren bir konum ona göre.” deniliyor. Edward W. Said (1935-2003) Amerikalı bir baba ve Filistinli Hıristiyan bir anneden Kudüs’te dünyaya gelmiş, yaşamının ilk yıllarında Arap-İsrail savaşına tanık olmuş, ailesiyle birlikte Mısır’a kaçmış, Princeton ve Harward’da okumuş, Filistin halkının “yaşam hakkını” ve varoluş savaşımını ömrü boyunca desteklemiş, Filistin Ulusal Konseyi’nin üyesi olmuş, Mustafa Barghouti ile birlikte Filistin Ulusal Girişimi’nin kuruluşunda (2002) yer almış, doğduğu ve çocukluğunu geçirdiği işgal atındaki topraklarda barikatların arkasından İsrail askerlerine taş atmış ve ancak vatanında olduğu günlerde bile kendini vatanında hissetmek nasip olmadan bu dünyadan göçüp gitmiş bir entelektüel. Yeliz Kızılarslan, Osetya üzerinde egemenlik kurmak için ateşlenen Gürcistan-Rusya çatışmasına değindiği yazısında “bugünlerde acilen bir Edward Said okuması” gerektiğini söylüyordu (Bia Haber Merkezi, 16 Ağustos 2008). Ama anlaşılıyor ki, 2008’in son günlerinde Gazze’ye başlayan İsrail müdahalesi, belki daha ivedi olarak ve daha dikkatli bir Edward Said okuması gerektiriyor.

Said’in kitabında entelektüeli “hem eskiyi hem de yeniyi aynı ustalıkla bertaraf eden daimi bir sürgün olarak” temsil ettiğini belirttiği Adorno da (1903-1969) bir sürgündü. Yahudi bir babadan olma, Hitler Almanya’sından kaçmış, Amerika’ya sığınmış bir entelektüeldi. Frankfurt Okulu’nun bu ünlü temsilcisi “Minima Moralia” adlı kitabında (Metis Yayınları, Beşinci Basım: 2007, Çevirenler: Orhan Koçak, Ahmet Doğukan) “ev”i, sürgünlüğün verdiği duyarlığın ötesine geçen bir felsefi irdelemeyle ele alıyor:

“Evsizlere Sığınak. - Özel yaşamın düştüğü durumu, sahnesine bakarak anlayabiliriz. Sözcüğün alışılmış anlamıyla barınak, artık imkânsızdır. İçinde büyüdüğümüz geleneksel evler çekilmezleşmiştir: Orada yaşanan her konforun bedeli bilgiye ihanettir bugün, en küçük sığınma duygusuna bile aile çıkarlarının küflü kokusu karışmaktadır. Bir tabula rasa [insan beyninin başlangıçta "boş bir levha" olduğunu öneren felsefi görüş, bkz. David Hume –FS] üzerinde inşa edilen o modern, işlevsel konutlarsa, uzmanların zevksizler için imal ettiği, içlerinde yaşayanlarla hiçbir bağlantısı olmayan yaşama kutularıdır, ya da yolunu şaşırarak tüketim alanına girmiş fabrika tesisleri – zaten sönüp gitmiş olan bağımsız varoluş özlemine taban tabana zıttır bütün bunlar. Modern insan tıpkı hayvanlar gibi yerde uyumak istiyor, demişti bir Alman dergisi, Hitler’den önce, kahince bir mazohizmle: Yatakla birlikte, düşle uyanıklık arasındaki eşiği de ortadan kaldırıyor. Uykusuzlar her an göreve çağrılabilirler, her şeye hazır ve dirençsizdirler, aynı anda hem dikkatli hem bilinçsiz. Sahici ama satın alınmış bir eski konakta sığınak arayan kişi kendini diri diri mumyalamış olur. Bir otel ya da pansiyona taşınarak kendi ikametgâhımızın sorumluluğundan kaçma çabası da mülteciliğin dışarıdan dayatılmış koşullarının bilgece bir seçim olarak görünmesini sağlar. En ağır darbeyi yiyenlerse, her yerde olduğu gibi, seçme hakkı olmayanlardır. Kentin çöküntü bölgelerinde değilse bile, yarın yerini kümeslere, arabalara, vagonlara, kamplara ya da düpedüz açık havaya bırakabilecek kulübelerde yaşamaktadırlar. Ev, geçmişte kalmıştır. Çalışma ve toplama kampları kadar, Avrupa kentlerinin bombalanması da, teknolojinin içkin gelişmesiyle eve çoktan biçilmiş olan hükmün sonunda infaz edilmesidir sadece. Evler eski konserve kutuları gibi kullanılıp atılacak şeylerdir artık. Gerçekleştirilme fırsatı bir kez kaçırıldıktan sonra sadece burjuva yaşamının köklerini çürütmekle kalan sosyalist toplum da sahici bir barınma imkânını yok etmektedir. Bu sürece kimse direnemez. Kişi, dar anlamıyla zanaata ne kadar karşı olursa olsun, mobilya tasarımı veya iç dekorasyona ilgi duymaya başladığı anda bir kitap koleksiyoncusunun o fazla süslü zevklerini de benimsemeye başladığını fark eder. Belli bir uzaklıktan bakıldığında, Viyana Atölyeleri ile Bauhaus arasındaki fark o kadar büyük değildir. Saf işlevsel çizgiler, işlev ve amaçlarından kurtularak, Kubizmin temel yapıları kadar süslemeci olmaya başlamışlardır bugün. Bütün bunların karşısında, bağlanmamış, askıda kalan bir tavır hâlâ en doğru davranış biçimi olarak görünmektedir: Toplumsal düzenle kendi ihtiyaçlarımız elverdiği sürece özel yaşamımızı sürdürmek, ama onun hâlâ toplumsal bir dayanağı ve bireysel bir anlamı olduğu yanılsamasına kapılmamak. “Ev sahibi olmamam, iyi talihimin bir parçası bile sayılabilir,” diyordu Nietzsche Şen Bilim’de. Bugün eklememiz gerekir: Kendi evimizi ev olarak görmemek, orada kendimizi “evimizde” hissetmemek, ahlâkın bir parçasıdır. Bugün bireyin kendi mülkü karşısında düştüğü zor durumu biraz olsun gösterir bu – hâlâ herhangi bir mülkü kalmışsa tabii. Oynamak zorunda olduğumuz oyun şudur: Artık özel mülkiyetin kimseye ait olmadığını, çünkü tüketim mallarının bu kadar bollaştığı koşullarda hiç kimsenin bunların kısıtlanması ilkesine tutunmaya hakkı olmadığını, ama yine de sırf mülkiyet ilişkilerinin körce sürdürülmesine hizmet eden o bağımlılık ve muhtaçlık durumuna düşmemek için bile kişinin bazı şeylere sahip olmak zorunda olduğunu görmek ve dile getirmek. Ama bu paradoksun tezinin varacağı yer yıkımdır: Nesneler karşısında, sonunda insanlara da yönelen sevgisiz bir umursamazlık. Antitez ise, telâffuz edildiği anda, rahatsız bir vicdanla sahip oldukları şeylere tutunmak isteyenlerin ideolojisine dönüşür. Yanlış yaşam, doğru yaşanmaz.”

Said, “Entelektüel – Sürgün, Marjinal, Yabancı” adlı kitabında Minima Moralia’nın yukarıda olduğu gibi aktardığım 18 numaralı parçasına değinmeden önce Adorno’nun üslubuna çatar: “…Bu üslup entelektüelin bilincini hiçbir yerde dinlenemeyen, başarının yaltaklanmalarına karşı sürekli tetikte duran bir bilinç olarak temsil eder;  bu da sapkın eğilimleri olan Adorno için kasten  hemen, kolayca anlaşılmamaya çalışmak demektir. Tam bir mahremiyete çekilmek de mümkün değildir, zira Adorno’nun yaşamının son yıllarında söylediği gibi entelektüel dünya üzerinde bir etki yaratmayı değil, bir gün, bir yerde birilerinin onun yazdıklarını tam da onun yazdığı gibi okuyacağını umar.” Belki de, ama yalnızca bu nedenle, bu yazıya konu olan ve felsefi derinliği kuşkusuz yadsınamayacak alıntıyı, tam da Adorno’nun yazdığı gibi “okumak” bir yana, üstüne üstlük “yanlış yazan” Mimarlar Odası Ankara Şubesi’nin, aynı aylık bültenin bir sonraki sayısında göze kolay çarpmayan bir düzeltme yapmasını hoş görmek gerekir: Yanlış yazılan alıntıyı Minima Moralia’nın orijinal yazımında olduğu şekliyle karşılaştırarak “Artık kişinin evindeyken, kendini evinde hissetmesi bir ahlâk meselesidir” > “Artık kişinin evindeyken, kendini evinde hissetmemesi bir ahlâk meselesidir” önermesinde bulunmak mimarlık tartışmalarına da ciddi bir katkı koyacaktır.


Görülüyor ki, yalnız Edward W. Said okuması yetmeyecek. Listemize Adorno’yu, Friedrich Engels’in “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” ile “Konut Sorunu”  adlı kitaplarını ve daha nicelerini de eklememiz gerekiyor. Voltaire’in dediği gibi, bu konularda söylenmiş ve söylenecek çok söz var.  Ama düşünmek, kendimizi gözden geçirmek, dünyayı ve edimlerimizi sorgulamak, varlığımızı ve dünyada olup bitenleri anlamaya çalışmak için hepsini okumuş olmamız gerekmiyor. Necdet Teymur 1999 Gölcük depreminden sonra yazdığı şiirde “soruyorum” diyordu, “Adorno’dan elli yıl sonra, 17 Ağustostan sonra mimarlık olur mu?” Yanıtı bir yana, bu soruyu hiç akıllarına getirmemiş olanlara “İyi Bir Brahman’ın Öyküsü”nü anımsatmakta yarar var.